19 Ocak 2011

Burhan Felek'ten Kalem Tarihi

Milliyet gazetesinin arşivini karıştırırken rastladım. 18 Haziran 1978 tarihinde Burhan Felek üstadımız yine yaşadığı zamanın ötesinde ve şeyhülmuharrin unvanına yakışır bir yazı kaleme almış. Hayranlığımı nasıl anlatsam bilmiyorum, böylesine bilgili ve böylesine güzel bir üsluba sahip olmak isterdim. Yazısısını beğendiyseniz kendisini hayırla analım, Burhan Felek'i unutmayalım.

18 Ocak 2011

Dolmakalem Ölmedi ama Tuhaf Kokuyor*

(c) Bruno Taut


Dolmakalemin öldüğünü, artık bu tür mürekkepli kalemlerin üretilmediğini zannedenler var. Şaşılacak şey ama dolmakalemin yaşadığından habersiz kişilerle hemen her gün karşılaşıyorum! Ben de onların dolmakalemi geçtim, kalemsiz-deftersiz yaşamalarını eleştirince "bilgisayar ve internet çağında dolmakaleme gerek yok artık" diyorlar.

Sahi öyle mi?



* Başlıktaki ibareyi Nazif Topçuoğlu'nun "Fotoğraf ölmedi ama tuhaf kokuyor" isimli fotoğraf tutkunları için önemli olan çok sevdiğim aynı isimli kitabından ödünç aldım.

16 Ocak 2011

Zümrüt yeşili

Şişelerin tasarımına hayranım.
Yine de ilginç bir deney oldu.

Winsor & Newton'un küçük mürekkep şişelerine (14 ml) bayılırım. Mürekkepler uçuk tonlarda ama üzerlerindeki resimler çok şahane, üstelik her şişenin geometrik biçimi de çok güzel.

Geçen gün şöyle değişik bir yeşil mürekkep bulmak için bir kırtasiyecide gezinirken 5 TL'ye Winsor & Newton'ın Emerald yani zümrüt yeşili renkli mürekkep şişesinden aldım, çok da fazla beğenmiş değilim, ama hoş bir yeşil olduğu aşikar. Belki beğenenler olur diyerek bir yazayım dedim.

Bir dahaki sefere kurbağa yeşili'ni alırım belki (Brilliant Green) o da Winsor & Newton'ın diğer renkleri gibi hoş bir renk.

Tabii unutmamak gerek,  Winsor & Newton mürekkepleri dolmakalem ile yazı yazmak için tasarlanmış değil, daha çok resim yapmak için üretilmiş.

15 Ocak 2011

Marilyn Monroe'nun defterleri

Ali İkizkaya'nın yazdığı "Marilyn Monroe'nun defterleri" isimli güzel yazısını okuyunca defterler ve hatıralar üzerine düşünmemek olanaksız.

Defter tutmaya başladığım ilk tarihi çok iyi hatırlıyorum: 18 Şubat 1986. O gün başladığım defter bugün yok, ne oldu bilmiyorum, her taşınma bir yangın derler ya doğru. Fakat ilk tuttuğum defterler çizgili sıradan defterlerdi. Ciddi anlamda ilk defterim bir Unicef defteriydi. Teşvikiye'de İkbal Apartmanının yakınlarında bir pasajda bulunan kırtasiyeden almıştım (İkbal apartmanı da yok şimdi). Sonra o kırtasiye Teşvikiye caminin diğer ucundaki sokağa taşındı. Geçen Karum ve Muji'ye uğradığımda aynı yol üzerinde bulunan bu kırtasiyeye de uğramak istedim ama yerinde yoktu! Kırtasiyenin adı Kardeşler'di sanırım (yanılıyorsam düzeltin). İşletmelerin böylesine kolaylıkla ortalıktan çekilmesi ne sinir bozucu.

Sonra asitsiz güzel kağıda basılmış ve elbette çizgisiz defterlere merak saldım. Fakat Unicef defterlerinin yerini tutamadı hiç biri. Şimdi küçük Moleskine (11 TL'ye satılan ve 3 adet defterden oluşan paketler halinde satılanlardan bolca biriktiriyorum) defterlerini kullansam da keşke o zamanlar Unicef defterlerini bir yere depolasaymışım. :(

Marilyn Monroe'nun defterleri


Marilyn Monroe benzeri popüler kültür ikonlarından uzak durmaya çalışsam da bir gün Monroe'yu Cumhuriyet Kitap dergisinin kapağındaki bir fotoğrafta James Joyce okuduğunu görünce zihnimdeki uzak durulması gereken kişiler listesinden çıkardım. Joyce'un kitaplarını göstermelik olsa da yanında tutan insana her zaman hürmet ederim.

Monroe zaten evliliklerinden birini, bir yazarla, Arthur Miller ile yapmasından dolayı edebiyat dergilerinde de görünen imgelerden biri. Fakat günlüklerini geçtiğimiz aylara kadar bilmiyordum. Yine bir gazetede okumuştum sanıyorum. Ali İkizkaya zaten Monroe'nun defterlerine ilişkin çeşitli ayrıntıları yazmış, bir daha tekrar etmeme gerek yok, yine de Rönesans dönemiyle ilgilenmesi bile yeni ortaya çıkan gerçeklerden. Monroe'nun defterleri dağınık ve tutarsız bir kişiliği işaret ediyor etmesine ancak defterler içinde daha nice hakikatı barındırmaz mı? Bir kısmını kişinin hayatına bakarak çözmek mümkün olsa da defterlerin başka türlü ve yazandan başkasının çözemeyeceği bilgileri içerdiği de doğru değil midir? Yazmaya başlanan ama daha ilk harfinde bırakılan bir cümle, yazıldığından farklı bir anlamı barındıran kelimeler gibi sayfalardaki mürekkep lekeleri de kişiye ait hakikatlerdir.

Çünkü defter bir ayna gibi insanın tüm hâllerini gösterir. Yapmacık olan da zamanla görünür olur, içten olan da. Çocukların defterlerinden, büyüklerin defterlerine kadar envai çeşit defter var dünyada, hepsinin de ortak yanı içinde hatıraları barındırması.

Deftere yazı yazıldığı anda tarihe karışan harfler bizim de tarihimizin bir parçasıdır.

İnsanın kendi tarihini yine kendisinin inşa etmesinden yanayım.

13 Ocak 2011

Nasıl Yazıyorsun?



"Sen nasıl yazıyorsun bakalım o pek övdüğün dolmakalemlerle?" diye soranlar oluyor. İşte böyle yazıyorum. Sürekli doğaçlama yaparak, kurallara pek fazla uymayan, hızlı (ama kontrollü olduğumu düşünüyorum) bir yazım var. Yazım güzel değil elbette, bunun da bilincindeyim, fakat bu durum çok da umurumda değil zaten, ben yazmayı, mürekkepleri, kağıtları ve kalemleri seviyorum.

Eski eğitim sisteminde harfleri tek tek yazdırırlardı, benim yaşımdakiler (40) harfleri tane tane yazan bir nesildir. Fakat şimdi çocuklara elyazısı öğretiyorlar, çok seviniyorum, büyük oğlumun pat diye kelimeleri bir defada yazmasına hayranım mesela, ben de ona özeniyorum biraz. Ayrıca nafile bir çaba olarak kendimi eğitmeye çalışıyorum bazen, ancak yılların alışkanlığı olacak, her kelimeyi bir defada kalemi kaldırmadan yazmak çok zor bir iş. Çocukluktan öğrenseydim keşke el yazısı alışkanlığını, şimdi gayet güzel yazıyor olacaktım diye hayıflanıyorum. Olsun ne gam diyorum, mürekkep saçarak yazmaya devam.

Pelikan M200, Lamy ve Hat Sanatı


Bir delilik yaptım ve 5 tane Lamy dolmakalem alacağıma kendime bir tane Pelikan M200 aldım. Pelikan M200 hayallerimdeki dolmakalemlerden biriydi, fakat bazı sorunları da birlikte getirdi. 

Pelikan M200 evvela çok şık bir dolmakalem. İnsanlar gördükleri vakit "Ne güzel bir kalem, bakabilir miyim lütfen?" diyorlar. Başka bir özelliği de dolmakalemin ucunun çok yumuşak bir yazım tarzına sahip olması.

M200'ün ucu flex değil ancak bana göre yine de çok esnek. Belki de çelik uçlu dolmakalemlere alıştığımdan bu durum tuhaf geliyor bana. Çünkü yazı sırasında gereken baskıyı uygulayamıyorum. Herkesin kendine özgü bir yazım tarzı var, benim de birazcık bastırma huyum var. Bazen kalem akıp gitsin isterim ama hepten kontrolü bırakmak da istemem. Oysa M200 öyle yumuşak bir yazım tarzı istiyor ki yazarken sıkılıyorum. Biraz daha bastırırsam kalemin ucu da kırılacakmış gibi geliyor bana. Oya öyle bir şey olmayacağı aşikar, çünkü M200 üst düzey kalitede imal edilmiş bir dolmakalem.

İnsan ister istemez düşünüyor: Serinin en küçük dolmakalemi böyle kaliteliyse, M400'ler, M600'ler ve daha üst düzey modeller kim bilir nasıldır, diye.

Kalemin beğenmediğim yanı, çook hafif olması. Birkaç gramın lafı olmaz deyip geçmeyin kalemde ağırlık, yani denge, yazma hızını da kalemi tutma biçimini de etkileyen önemli bir unsur bence. Hafiflikte M200'ün küçük olmasının da payı var.

Çok kaliteli bir dolmakalem kullandığımın farkındayım. Zaten M200 her fırsatta iyi bir dolmakalem olduğunu hatırlatıyor. Fakat benim gibi büyük ellere sahip birisi için yapılmamış. Elleri küçük olanlar (mesela kadınlar) bu dolmakaleme bayılacaktır eminim.

DOLMAKALEMDEN HAT SANATINA

Düşünüyorum da dolmakalemin, ucuz veya pahalı olmasının bir noktada hiç önemi yok. Önemli olan yazı yazma zevki.

Düşünüyorum da Osmanlı hat sanatçıları altın uçlu veya platin uçlu kalemlerle hiç yazmadılar. Büyük üstatlar kamış kalemlerle yazdılar! Çok da güzel eserler meydana getirdiler. Hattatların piri Şeyh Hamdullah'tan, çok sevdiğim üstad Necmeddin Okyay'a, Emin Barın'dan, Ali Alparslan'a (bu dünyadan göçüp giden bütün güzel ustalara) ve günümüzdeki yaşayan diğer önemli hattatlara baktığımızda önemli olanın yazı olduğunu, kalemin sadece bir vasıta olduğunu anlıyorum.

Kendime de hep söylüyorum. Önemli olan yazıdır, yazıya duyulan sevgidir, mürekkeptir, kalem bütün bunlardan sonra gelir.