kalem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kalem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2018

Kalem ve Kılıç

Bruno Taut'un  Crónicas Estilográficas isimli bloguna bilmem hiç bakıyor musunuz?

Çok eğlenceli ve faydalı bir blog.

Bruno kardeş Japon dolmakalem dünyası hakkında hoş bilgiler veriyor.

Geçenlerde işte bu bloga bakarken Japonların ipek kalemlikleri ile ilgili bir yazı okudum.

Nakaya kalem kılıfı

Kalemseverler bu kalem kılıflarına kimono diyor, ben de şahit oldum. Oysa öyle değilmiş, Japon kadınlarının evlendiklerinde kimonoları üzerinde taşıdıkları içi boş hançer kılıflarından ilham alınan ve ipekten yapılan bu süslü kalem kılıflarına "katana bukuro" (kılıç kını çantası) deniliyormuş.

Aslında özgün olan süslü kılıf şöyle bir şey:


Bu elbette erkeklere özgü törensel bir taşıma yöntemi.

Evlilik töreni için kimono giyen Japon kadınlar ise göğüsleri hizasında kısa bir kılıç, daha doğrusu günümüzde sembolik olarak hançer boyutlarında çok süslü ve bol püsküllü bir kılıf taşıyorlar. (Bruno Bey, bu kılıfın içinin boş olduğunu, karton bir rulo konduğunu söylüyor.)

O da şöyle:


Nihayetinde "kalem kılıçtan keskindir" sözünü hatırlatacak şekilde ortaya çıkan sonuç başka oluyor:

Her milletin kaleme bakışı çok başka, kalemi, mürekkebi taşıma tarzları bile başka.

Kalemin günümüze gelen yolculuğu insanlık tarihi ile birlikte değişen hikayeler içeriyor.

11 Ocak 2018

Kaybetmek


Ekşi Sözlük'te, "kırkının da kulpu kırık küp" adında şahane bir yazar var. Kendisinin birbiriyle bağlantılı iki yazısını paylaşmak istiyorum. (Mesaj yollanamadığı için izin alamadım.) Okunmasında büyük fayda olduğunu düşündüğüm bu yazıların internet okyanusunda kaybolmasını istemediğim için bloga aktarmak istedim.

Her iki yazıda da ince göndermelere, rintmeşrep tavrına ve Türkçenin güzel kullanımına dikkatinizi çekmek isterim.

Birinci yazı 2011 tarihli Rotring başlığına yazılmış:

(On altı seneden sonra eşyaya methiye beyanındadır.) Ömrümün yarısının şahidi siyah, kurşun kalem. Kardeşimin hediyesi olması dışında alelâdeydi tanışıklığımız, bu kadar uzun bir ahbaplık yapacağımızı kestirmemiştim. liseyi onunla bitirdim. öss ve öys'ye onunla girdim. 7 yıllık lisans hayatım, 4 senelik yüksek lisans yılları onunla noktalandı. gittiğim kurslar, okuduğum kitaplar, altı çizili satırlar, ilk kalem tecrübelerimde onun izi vardı. Birkaç kez kayboldu, sonra buldum. Yıllanan her nesne gibi zamanla kimseye ödünç vermez oldum, hatta kaybederim endişesiyle sadece evde kullanmaya başladım. kırmızı şeridi silineli çok oldu, ucundaki metal kısmın rengi bakırlaştı, çokça tutukluk yapıyor.**. Her şey yerli yerinde diyor Tanpınar, öylece bıraktığı gibi bulabilmenin huzuruyla. Kalem belki her şeyden çok bu hülasanın içinde.
*Sonradan gelen akıl: (bkz: ince Rotring)*


İkinci yazı ise çok yeni ve kaybetmek başlığına konmuş:

Her şeyin bolca bulunmadığı bir devrin çocuğu olarak kaybetmek lükstü bizim için. Kardeşlerimle okul hayatımız boyunca kaybettiğimiz kalem, silgi, kalemtıraş gibi nesnelerin sayısının toplamı, bir elin parmaklarını anca bulurdu bu yüzden. kaybetmek, ya dikkatsizlik ya hovardalık yahut malına sahip çıkmamakla eşdeğerdi ailelerin gözünde. Sade kaybetmek değil, bir çanta, giysi veya ayakkabı ancak kullanılamayacak hâle gelirse, yenisiyle değiştirilirdi. Tabii bunun görece ne kadar kısa sürede o hâle geldiği de bir akşam paparasının konusu olabilirdi.
Ekmeğin, tüpün karneye bağlandığı zamanları bilen ebeveynlerde (sadece yoksullar değil orta hallilerin büyük kısmında) bu tutumluluk bir itiyat hâlini almıştı, onlardan da çocuklarına geçti. Nesneye hoyrat davranmama alışkanlığını edindiren bu tutumu pek de suçlayamıyorum bugünden baktığımda. Nesneye böyle davranmayı öğrenen, canlıya da benzer bir ihtimamla yaklaşmayı öğrenebilir düşüncesindeyim.
Öte yandan bu durumun bir tehlikesi de vardır: Zamanla sahip olunan eşyaya (şeylere) yani gelip-geçici olana bağlanmak. Bir sufi bir yerde üç günden fazla durmazmış, o yere bağlanır diye. Onun gibi. "Bu şeyin hiç kullanmasam da burada durmasına alışkınım, o halde burada durmalı". Kullanım değeri olmasa da nesneleri biriktirmek, bu nesnelere adeta çeşitli dönemlerin hafızasını yüklemektir aslında.
Geçen gün 9 yaşındaki yeğenim geldi, silgisini kaybetmiş. 5 tane varmış ve hepsini teker teker kaybettiği için onda hiç kalmamış, dersini yapacakmış, benimkini alabilir miymiş. Bendeki silgiyi ne zaman aldığımı hatırlamıyorum, ama yüksek lisanstayken kullandığımı biliyorum, demek ki en az on iki yıllık. Verirsem kaybedeceğini adım gibi biliyorum. Eski bir nesne olduğunu ve kaybetmemesini tembih ederek silgiyi verdim. "Bir silgi için amma tatava yaptın" diyen arkadaşlara tam bu noktada selam ediyorum, mevzu bu değil sevgili arkadaşlar. Yeğenim aradan geçen iki gün içinde tam da beklediğim gibi, silgiyi kaybetmiş ve özür dilemeye geldi. "Canın sağolsun, senden kıymetli değil canım" dedim. Bunu içim son derece rahat dediğim için mutlu oldum. Mevzu bu olabilir.

12 Ekim 2017

Refik Durbaş, Kalem, Kâğıt ve Adel Yapıştırıcı


Her hafta Birgün'de Refik Durbaş'ın köşesini düzenli okurum. Hemen her yazısında şairlerden, yazarlardan, kitaplardan ve kitapçılardan söz ettiği için çok hoşuma gidiyor.

Baktım bugün aynı sayfadaki "Kalem ve kâğıdınız terapistiniz olabilir" başlıklı büyük haber çok güzel.

Yazı yazmanın insan vücudu üzerindeki ruhsal ve fiziksel yararları üzerine bir haber. Okumakta fayda var. Bugün ayrıca Cumhuriyet Kitap günü. Ancak kaç sayıdır Enis Batur'un yazısı çıkmıyor. (Tam olarak 8 Haziran 2017'den beri yazı yok.) Bu hafta üçüncü sayfada yine yazısını göremedim, can sıkıcı bir durum.

(Yapıştırıcılardan pek söz etmiyoruz. 20 yıldır her mesai günü yapıştıcı kullanmış biri olarak parantez içinde, fotoğraftaki pek faydalı yapıştırıcıdan da söz etmek istiyorum. Kemik tutkalıyla başladığım yolculukta nihayet Pritt'e varmıştım ama artık Adel'in stick yapıştırıcısına geçtim. Bilmiyorum benim gibi Pritt kullanmakta zorlananlar var mı, takıntılı olduğum konular kimine gereksiz gelebilir ama yapıştırıcı da önemli bir mesele. Adel kâğıt üzerinde tam istediğim gibi daha akıcı ve daha pratik.)

Yazmak gibi gazete okumanın da büyük faydaları var.

21 Nisan 2017

Kalemiyle Konuşan Yazar


"İnsan neden yazdığını kendi kendine sormadan da yazabilir elbette. Kaleminin harfler çiziktirdiğini gören bir yazar kalemini bir süre için bırakıp ona şunları söyleme hakkına da sahiptir: Dur! Kendi hakkında ne biliyorsun? Hangi amaçla ilerliyorsun? Mürekkebinin iz bırakmadığını neden görmüyorsun? Serbestçe önden gidiyorsun, ama boşlukta gittiğini, hiçbir engelle karşılaşmıyorsan eğer bunun başlangıç noktandan hiç ayrılmamış olmandan kaynaklandığını neden görmüyorsun? Yine de yazıyorsun: Ara vermeksizin yazıyorsun, sana yazdırdığım şeyi bana gösterip, bildiğim şeyi de bana açıklayarak yazıyorsun; başkaları, okurken, senden aldıkları şeyle seni zenginleştiriyor, onlara öğrettiğin şeyi de sana veriyorlar. Artık yapmadığın şeyi yaptın; yazmadığın şey yazıldı: Silinmezliğe mahkum oldun."

Yukarıdaki alıntı çok sevdiğim yazar Maurice Blanchot'nun kaleminden çıkma, Edebiyat ve Ölüm Hakkı (La Littérature et le droit à la mort) başlıklı ve 1947 tarihli yazısının ilk paragrafıdır. Blanchot'nun De Kafka à Kafka (Kafka'dan Kafka'ya, Gallimard, 1981 -bu eser henüz Türkçeye çevrilmemiştir) adlı kitabından alınmış ve Türkçede ilk kez efsanevi Defter dergisinin 22. sayısında (fotoğrafta görülen 1994 tarihli dergiden çekilmiş fotokopi kağıdıdır) yayımlanmıştır. Dergideki metin aynen alınıp yine Metis Yayınları'ndan (ilk baskı 1993) çıkan aynı yazarın bence başyapıtı olan Karanlık Thomas (Thomas l'obscur) isimli eserin sonraki baskılarında 95-138. sayfaları arasında ek olarak yayımlanmıştır. (Çeviri: Sosi Dolanoğlu)

27 Şubat 2017

Okuma Notları 6

Genç Paul Auster ve sevgili daktilosu.

Milliyet Kitap'ın Şubat sayısını bir kenara ayırmış okuyamamıştım. Bugün okuma fırsatı buldum ancak.

Bu sefer çağdaş Amerikan edebiyatının büyük ismi Paul Auster'ı kapak yapmışlar. Aslında çok meraklısı değilim, ancak bazı kitaplarını (özellikle Kırmızı Defter ve New York Üçlemesi'ni) severim.

Paul Auster bilinmesi ve okunması gereken bir yazar. Yazmaya 12 yaşında başlayan Auster, Columbia Üniversitesi'nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okudu. Fransızca çeviriler yaptı. Özelikle Fransız şiiri üzerine saygı gören önemli bir antolojisi var. Dört yıl Princeton Üniversitesi'nde çeviri dersleri veren Auster'ın pek çok kimliği var: Şair, çevirmen, denemeci, senaryo yazarı ve yönetmen.

Yazı Yeşim Kasap'a ait, güzel bir derleme, araştırma olmuş. Altıncı sayfada "Hayatının Dönüm Noktaları" başlığı altında küçük notlar vardı, ilgiyle okudum. Şimdi baktım, yazıyı internet sitelerine de yüklemişler. Yazıyla ilgili kısımlara dikkat ettim ve ben de kendime notlar aldım.


Paul Auster, çok sevdiği daktilosuyla birlikte. Fotoğraf: Martine Fougeron



KALEMDEN DAKTİLOYA

Paul Auster'ın bilgisayarı yok. Çalışma yöntemi de şöyle: Yazılarını önce dolmakalem veya kurşunkalemle ve Fransa’dan aldığı çoğunlukla kareli not defterlerine yazıyor. Daha sonra notlarını 1960’lardan kalma Olympia marka daktilosuyla (SM-9 modeli) tekrar yazıyor. Paul Auster, daktilosuna duyduğu sevgiyi ayrıca “The Story of My Typewriter”da anlatmış.


Yazarın çalışma masası, dolmakalemi ve son kitabı. Fotoğraf: Martine Fougeron

KALEMİN ACISI

Bir şey daha var, meğer Paul Auster'ın, takıntı haline getirdiği bir alışkanlığı varmış: Evden kalemsiz çıkmıyormuş. 


Çünkü sekiz yaşındayken hayranı olduğu beyzbol oyuncusu Willie Mays ile karşılaşmış ve Mays’ten beyzbol topunu imzalamasını istemiş ama Mays’in de Auster’ın anne babasının da yanında kalem yokmuş. O gün çok üzülmüş. Öyle ki o günden sonra yanında kalem olmadan evden çıkmamış. (Bu talihsiz olaydan 52 yıl sonra olayı öğrenen Willie Mays kendisine imzalı bir top hediye etmiş.)



KIRMIZI DEFTER

Kalemi ve yazıyı seven Paul Auster elbette defterlere de büyük önem veriyor. Aşağıdaki alıntı Cam Kent kitabından:

"Defterleri gözden geçirdi, hangisini alacağına karar vermeye çalıştı. Asla akıl erdiremediği nedenlerle, alttaki kırmızı bir deftere karşı dayanılmaz bir arzu duydu. Defteri çekip aldı, inceledi, sayfaları başparmağıyla yavaşça karıştırdı. Defteri neden böyle çekici bulduğunu kendisine açıklayabilmekten âcizdi. Yüz yapraklı, yirmi bir buçuğa yirmi sekiz boyutunda standart bir defterdi. Ama defter bir yanıyla "Al beni" diyordu Quinn'e. Sanki bu defterin kaderi, Quinn'in kaleminden çıkacak sözcükleri kaydetmekti. Duygularının yoğunluğundan neredeyse şaşkına dönen Quinn kırmızı defteri kolunun altına sıkıştırdı, kasaya gitti ve parasını ödeyip onu satın aldı.

On beş dakika sonra evine dönen Quinn, Stillman'ın fotoğrafıyla çeki cebinden çıkardı ve dikkatlice çalışma masasının üzerine bıraktı. Masanın üzerindeki döküntüleri temizledi –kibrit çöpleri, izmaritler, küller, kullanılmış mürekkep kartuşları, birkaç metal para, bilet koçanları, karalanmış kâğıtlar, kirli bir mendil– ve kırmızı defteri masanın ortasına koydu. Sonra pencerelerdeki perdeleri kapattı, soyundu ve masanın başına oturdu. daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı, ancak o anda çıplak olması nedense çok uygun görünmüştü gözüne. Öylece yirmi otuz saniye kadar oturdu, kıpırdamamaya, soluk almak dışında bir şey yapmamaya çalışıyordu. Sonra kırmızı defteri açtı. Kalemini eline aldı ve ilk sayfaya adının baş harflerini yazdı: D.Q., yani Daniel Quinn. Kendi adını defterlerinden birine yazmayalı beş yılı geçmişti. Bir an durup bu gerçek üzerinde düşündü ama sonra bu düşünceyi önemsiz bularak aklından çıkardı. Sayfayı çevirdi. Birkaç saniye o boş sayfayı inceledi, "Acaba budalanın biri miyim?" diye düşündü. Sonra kalemini en üstteki satıra bastırdı ve kırmızı deftere ilk notunu düştü..."
Cam Kent, New York Üçlemesi 1, (Paul Auster'ın kitaplarını 1980 ve 1990'lı yıllarda Metis basıyordu, sonra Can Yayınları yayın haklarını satın aldı.)

MAVİ DEFTER

Bir başka alıntı daha. Kehanet Gecesi adlı romanda, kitabın kahramanı Sidney Orr ileride hayatını değiştirecek mavi defterle karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

"Öyle gösterişli ya da dikkat çekici falan değildi. Kullanışlı bir malzemeydi; ağırbaşlı, basit, işe yarar. Ama ciltli oluşu hoşuma gitti. Onu ilk elime aldığımda fiziksel zevke benzer bir şey hissettim. Nedense birden çok rahatlamıştım. O ana kadar mavi deftere yazmak bana zevkten başka bir şey vermemişti. Gitgide yoğunlaşan, çılgınca bir doyum duygusu. Sözcükler kafamdan sanki biri onları bana yazdırıyormuş gibi çıkmıştı; düşlerin, karabasanların ve özgür düşüncelerin billur diliyle konuşan bir sesin söylediği cümleleri kopya eder gibiydim..."

25 Şubat 2016

Eski İstanbul'da Bir Kral Lear


Yıllar önce, eski İstanbul'da, kilise-camilerden birine yakın her köşesinde tarihi nesneler olan bir restorandaydım. Vakit, ikindi suları, güneş henüz etkisini kaybetmemiş, Doğu Roma çağında da aynı güneşe başka insanlar da yüzünü dönmüştü, ben de onlar gibi pencere kenarına yerleştim.

Karşımda Çin yapımı, üzerinde ejderha figürü olan porselen bir çaydanlık, duvarda kendine güvenen bir hattatın keskin çizgilerini barındıran bir levha, masada ise Turgenyev'in "Bozkırda Bir Kral Lear" kitabı. İngilizler, Ruslar, Çinliler, Doğu Romalılar, Osmanlılar arasındaydım. Gezegenin bir köşesine sıkıştırılmış medeniyetler çalkantısı içinde başım hafiften dönüyordu.

Ali İkizkaya yapımı güzel defterlerinden birini yazmak için çantamdan çıkardım. Henüz dergi işlerine bulaşmamışım, dolayısıyla zihnim çok kederli değil. 

Lamy Al-star'larım çoktu o zaman, çünkü şimdiki gibi pahalı da değillerdi, yazı yazmanın iyi geleceğini düşündüğüm arkadaşlara hediye edebileceğim kadar ucuzdu. Şimdi elimde birkaç tane kaldı, eskilerle daha çok ilgilendiğim için bir kenarda bekleşiyorlar.

O zaman eski dolmakalemlere yine düşkündüm ama şimdiki gibi değil, mahçup bir zevk gibi eski kalemleri saklıyordum. Sonra yavaş yavaş, ihtiyar kalemlerimle gurur duymayı da öğrendim. Eski kalemler de şans işi, ancak karşınıza iyi bir kalem çıktığında o da çok ama çok iyi oluyor.

Yine de düşünmeden edemiyorum, Lamy'lerin büyüleyici yanı nedir? Ucunun kolayca çıkartılabilmesi gibi pratik nedenlerden dolayı mı? Tasarımının zamansızlığı mı? Yoksa renklerinin etkileyici oluşu mu?

Orta şekerli bir Türk kahvesi istedim.



07 Ocak 2015

JE SUIS CHARLIE

Gazeteciler Charlie Hebdo saldırısını protesto ediyor. (AFP photo / Martin Bureau )






Sonunda bir gün hepimiz delireceğiz ve sokaklarda çıplak koşup ağlayacağız.

İnsanlık her geçen gün biraz daha karanlığa biraz daha kötülüğe teslim oluyor.

Aidiyet duygusu kimseyi bağnazlıktan ve katil olmaktan kurtaramadı, kurtaramıyor.

İnsanın kurtuluşuna giden yol birey olmayı önemsemekten geçiyor bence.

 "Je" suis Charlie Hebdo. "Ben" Charlie Hebdo'yum, "biz" değil.

Tarih boyunca yazan, çizen insanlar nefes almakta hep zorlanmışlardır.

Topluluklar, gruplar, milletler, milliyetler ve insanlık ölür ama insan ölmeyecektir.

İnsanlık öldürülebilir ama insan öldürülemez, mizahı kurşunlarla yok edemezsiniz.

Kalemler, defterler içinde gözyaşı barındıran sandukalardan başka bir şey değil.

Kalemler, defterler elimizde hüzünlü yazı-çizi bayraklarından başka bir şey değil.


23 Haziran 2014

Kalem, Kâğıt, Mürekkep



Her kalem bir ruha karşılıktır, her mürekkep bir vaktin görüntüsü.

Mürekkep kendi rengine bakmaz oysa, ona bakanlar kendilerini görürler. Mürekkep kendi inancını yaşar ve kimseyi güzelliğine inandırmak zorunda değildir. Kâğıt anlasın yeter.

Kâğıt ise içbükey bir zemindir.

Peki ama kâğıt ne anlar benden, senden? Ne anlar kırık bir kalbin öfkesinden, acısından ne anlar? Hiç anlamaz olur mu? Kâğıt, ilgilenmiyormuş gibi görünüp aslında içten içe dertlenen bir varlıktır. Ağlamıyormuş gibi görünüp, gözlerini kapatan, yalnızlığını içine döken birisidir. Sevilmediğini düşünüp, ölmeye yatan bir kahramandır kâğıt. Erikli tavuk yazın üstüne, gülümser. Dilinin ucuna gelen bir kelime yoktur.

Merdivensiz bırakıldığımız kör bir kuyudur kâğıt. Rengine aldanmayalım. Beyazın bir yerde insanı görmez ettiğini bilmemiz gerekir. Ancak karanlıkta açabiliriz gözlerimizi. Ruhumuzun kalemi uykuya doymaz, dünya üzerinde nasıl bir iz bıraktığını anlamaz bile bazen. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'da bu durumu anlatmıştı.

Kağıt ile toprak arasında bir benzerlik var. Toprak kendi başına olmaktan mutlu, biraz su olsa hiç fena olmaz, yine de susuz da şekil değiştirip yine aynı yerde durabilir. Toprak kimseye ihtiyaç duymaz ama ağaçlar öyle değil. Onlar hem toprağa hem suya muhtaç. İnsan da ağaca benzer bir halde yaşıyor. Kâğıt beklemeyi biliyor, umurunda bile değil denebilir mi? Denemez.

Tabiat kâğıttır. Her yağmur, her fırtına bir iz bırakır üzerinde. Zaman, yalnızlık ve yalnızlığın her ilacı bir iz bırakır. Dokunuş bir ilaçtır. Kâğıt, özlem doludur, ağlamaz, kendini yerden yere vurmaz, ne kadar yalnız olduğunu hiç söylemez, suskundur, konuşmanın anlamsızlığını anlamış susmuştur. Kalem anlasın ister belki, mürekkep kendisini bilsin ister.

Mürekkep insanı bekler, onun kendine has bir şiiri vardır. Kâğıda sarılmak isteyen şiirdir mürekkep.

Güzel bir iz bırakmadan geçmek olmaz. İzler hiç silinmese de, her defasında bu izleri okumak bazen mutluluk bazen acı verse de, yine de izler önemlidir, "bir bakış bile yeterken" kimi izler yakıcıdır.

Bizler kalem gibiyiz, dünya defter gibi.

Her kalem bir gün kırılır. 

Mürekkep uçar, mürekkep dökülür.

Yazının da sonu var, o da unutulur. 

Kâğıt uzaklara dalıp gider, bir yangına kadar.

Mürekkep bizim arzularımız, kalem aynamız.

Boş defter olmaz olsun.


15 Mayıs 2012

'İnsanoğlu kalemden vazgeçemez'

Geçenlerde Posta gazetesinin Cumartesi ekini okurken tam sayfa yapılmış güzel bir röportajla karşılaştım. Ferhan Kaya Poroy, Almanya'ya gidip Faber-Castell'in patronu Anton Wolfgang von Faber-Castell ile konuşmuş.
 
The oldest pencil in the world from the 17th century.
Bilinen en eski kurşunkalemlerden biri (17. yüzyıl)  
 
Almanya'da 1761 yılında Nürnberg yakınlarındaki Stein kasabasında, marangoz Kaspar Faber tarafından üretilen ilk kurşunkalemden bu yana çok uzun zaman geçti. 

Faber-Castell geçtiğimiz yıl 250. yaşını kutladı bile.

Faber-Castell şirketini şimdilerde insanı dehteşe düşüren bir isme sahip Kont Anton Wolfgang Graf von Faber-Castell yönetiyor. Kont, 1978 yılında babası ölünce şirketin yönetimine geçmiş. 

Kont hazretlerinin adı gazetelerin magazin sayfalarını okuyanlara da hiç yabancı gelmeyecektir. Yakın bir tarihte, daha doğrusu 25 Mayıs'ta aileye ait görkemli bir şatoda Melisa Eliyeşil ile Faber-Castell'in veliahtı Charles von Faber Castell evlenecek. (Aslında çift geçen yıl nikah masasına oturmuş ama düğün tarihi bu şekilde ayarlanmış.)

"Peki ama kalemin geleceği ne olacak?"


Herkesin akıllı telefonlarla, tabletler ilgilendiği bir zamanda işte bu önemli sorunun yanıtı öğrenmek istemiş Ferhan Kaya Poroy.

Cevabı da Anton Wolfgang Graf von Faber-Castell'den dinleyelim:
"Evet, teknolojik gelişmelerin insanlar üzerinde etkisi büyük ama kalemden daha fazla değil! İnsanoğlu asla kalem kullanmaktan vazgeçmeyecek. Kalem kişileri, olayları kişiselleştirir, özenin ifadesidir.
Kalemle yazılmış küçük bir notun bile çok kıymetli bir yanı vardır. Her şeyi bilgisayarla yapamayız. Özel notlar, özel mektuplar, davetiyeler, tebrik kartları, bugün yine el yazısıyla yazılıyor. Bu, halen, karşı tarafa saygı göstermek olarak ifade ediliyor.
Yazım gereçlerini kullanmak bir kültürdür, insanları birbirine yakınlaştırır ve daha duygusaldır."

Faber Castell #884 Green Striated

19 Ocak 2011

Burhan Felek'ten Kalem Tarihi

Milliyet gazetesinin arşivini karıştırırken rastladım. 18 Haziran 1978 tarihinde Burhan Felek üstadımız yine yaşadığı zamanın ötesinde ve şeyhülmuharrin unvanına yakışır bir yazı kaleme almış. Hayranlığımı nasıl anlatsam bilmiyorum, böylesine bilgili ve böylesine güzel bir üsluba sahip olmak isterdim. Yazısısını beğendiyseniz kendisini hayırla analım, Burhan Felek'i unutmayalım.

20 Eylül 2010

Vahşi ve insani kalem

Kalemin hem insani hem vahşi yönlerinin bulunduğunu İslâm Ansiklopedisi'indeki kalem maddesini okurken farkettim, yazım tarzını aynen korumaya gayret ederek maddenin bir kısmını buraya kopyalıyorum, sonra devamını da eklerim:

KALEM. KALAM (xάλαμος, kamış), arap harfleri ile yazı yazmağa yarayan âlet. Bir kamış boru olup, kamışın iki boğumu arasından alınmış, boğumdan en uzak olan hafifçe şişkin kısmından şiv şeklinde kesilmiştir; kaz tüyünden yapılmış kalemlerde ve daha sonra demir uçlarda olduğu gibi, ucu yarıktır. Pek çabuk yıpranmayacak şekilde çok sert ve sağlam olmalıdır; en iyi cinsi, bâbil bataklıklarında (Bata’ih) yetişen Vasit kalemidir. Orada, kenevir gibi, suya batırılır ve üstü güzel koyu esmer bir renk alıncaya kadar su içinde bırakılır. Yarığın düz olması için elyafın dümdüz olması lazımdır. Kalemin ucu yontulduktan sonra, düz ve müstakil, kemik veya fildişi bir parça (mikatta; türk. makta‛) üzerine konulur; bu sûretle uzuh kabzalı husûsî bir çakı (kalam-tiraş) ile keskin bir darbede eğrilemesine kesilir.

Kalemin sol ucuna insi (unsi „insânî“) sağına vahşi denir. Eğer birinci ikinciden bir az daha yumuşak ise , bu daha kıymetlidir. Nas’ı sulus ve rika’da, vahşi tarafının insi tarafından iki defa daha geniş olması, kaide olarak, kabul edilmiştir; Divani ve kırma denilen yazı nevîlerinde ise, aksi olmalıdır. Nasta‛lik yarığın iki tarafındaki iki ucu müsâvî yontulmuş kalem ile yazılır.

Kalemin öteye-beriye çarpılıp, bozulmaması için, onu kalemdanlara (miklama) koyarlar; bunlar iki türlüdür: 1. Yassı ve uzun bir boru şeklinde bakırdan bir kutu olup, uçlarından biri kapak ile kapalıdır ve üzerinde ekseriyâ arabesk bir tezyinâtı vardır; bir de hokkası (davat, halk dilinde davaya, türkçede divit) bulunur; osmanlı türkçesinde buna kubur (a. kabr „mezar“ ve aynı zamanda kının mükesser cemidir) derler; bu kelime daha Abı Yusuf’un Kitab al-harac (Kahire 1302, s.17,5)’nda „kın, yatak“ manâsında bulunmaktadır; 2. kartondan bir kutu olup , parlak ve cilalı boyalar ile yapılmış minyatürler ile tezyin edilmiştir; bunda da içinde hokka bulunan bir çekmece vardır; bu bilhassa acemlere mahsustur ve ona kalamdan („kalemlik“) adı verilir. (…)

Cl. Huart, İslâm Ansiklopedisi, 6. cilt, İstanbul. Milli Eğitim Basımevi, 1977, s. 127