23 Ağustos 2012

Yazar ne ile yazar?


Hasan h Bahadır'ın ikinci yazısının da keyifle okunacağına inanıyorum:

 

                                            

Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemimi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
                                                                                                         Haritada Bir Nokta / Sait Faik
 

Bundan dört sene evvel sahaftan bir sözlük aldım. Adı: Türk Hukuk Lügatı. Bir zamanlar çok kullanılmış, şimdilerde ise –tıpkı İbrahim Cudi Efendi’nin ‘LügatCûdî’si gibi – unutulmuş olan bu sözlüğü, 1944 yılında Milli Eğitim Bakanlığı basmış. Dilde sadeleşme, zihinde tembelleşme falan filan derken bu sözlük çıkıp gitmiş hayatımızdan. Oysa terim ve terkipler öylesine özenle açıklanmış ki… Hele o sondaki kısım, Latince tabirlerin Türkçe karşılıkları Roma Hukuku ile ilgilenenler için bulunmaz bir nimet!

Sahaftan kitap alanlar bilirler, bazı kitaplar eve gelince hoş bir sürpriz yaparlar insana. Sayfaları arasında gezinirken bir not ya da bir fotoğraf çıkar içinden. Bazen çoktan ölmüş bir gazetecinin kesilip kitabın arasına konulmuş fıkrası bazen de Amerika’dan gelmiş bir  mektup… Yaşanmışlığın izleri sağında solunda olur kitabın. İnsan bu izlerden hareketle kitabın eski sahibi ile ahbaplık kurar. İşte benim Hukuk Lügati’nin arasından da  şu yukarıda görünen borçlar hukuku notları çıktı. Özenli, titiz biri tarafından yazılmış intibaını uyandırdı bende. Notlar S. Altıntek’e mi ait diye düşündüm önce? (Sözlük ciltletilmiş hem sırtına hem de kapağına ‘S. Altıntek’ yazılmış.)

Şayet Altıntek’e aitse, bu kişi avukat mıdır yoksa öğrenci mi? Daha böyle bir yığın soru geldi aklıma. Sonunda soruları bırakıp kağıda bakmaya başladım. Bu, kuşeye çalan hafif kaygan bir kağıttı. Mavi mürekkepli bir kalemle, el yazısı ile yazılmıştı notlar. Notları alanın yazısından okuma yazmayı 40’lı yıllarda öğrendiği sonucunu çıkardım. O yıllarda yazmayı öğrenen birkaç kişinin yazısının da buna benzediğini görmüştüm. Güzel yazı derslerinde öğretildiği biçimde tutulmuştu notlar, kağıttan elini hiç kaldırmadan; bütün harfleri birbirine ulayarak.
Kağıttaki mavi mürekkep oldukça soluk geldi bana, belki de zaman içinde soluklaştı. Kendi aldığım notlara baktım, çok değil iki üç sene öncesinin notları: Maviler soluklaşmış, havai bir renk almışlar şimdiden. Şuna emin oldum ki notları yazan, dolmakaleminde daha önce siyah mürekkep kullanılıyormuş, sonradan geçmiş maviye. Zira kalemi siyah ile karışık mavi lekeler bırakmış kağıdın üzerine.

Peki ama nasıl bir dolmakalem kullanmış yazarken? Olsa olsa Sheaffer ya da Parker’dır dolmakalemi. Bizim memlekette en yaygın kullanılan bu iki marka değil mi o yıllarda? Peki  Pelikan olamaz mı? Notları alanın Almanya’ya eğitim için gittiğini, oradan kendine Kaweco marka bir kalem aldığını düşünemez miyiz? Bu hayal işi oldukça zor hele elde hiçbir veri olmayınca.

Acaba dedesinden aldığı dolmakalemi kullanan kaç kişi vardır? Bu kadar uzun süre muhafaza edilen bir eşya bulunur mu bizde? Yazarının, şairinin mezarının bile kayıp olduğu memlekette dolmakaleminin esamisi okunur mu? Sahi, sevdiğimiz bir yazar nasıl bir dolmakalem ile yazmıştır vaktiyle? Yazarımızın şairimizin iyi kötü kitaplık önünde çektirilmiş resimleri vardır ama ya elinde kalem ile çekilmiş…

Yanlış hatırlamıyorsan Cemil Meriç’in bir fotoğrafında eski bir Pelikan gördüm. Bu iz pek sevdiğim Cemil Meriç’e daha da bir yaklaştırdı beni, demek o da benim gibi pistonlu dolmakalem kullanıyordu! Bir başka dolmakalemi ise Adnan Menderes’in elinde gördüm bir belgesel karesinde. Yassıada’da mahkemede not alıyordu Adnan Menderes. Dolmakalem uzaktan görünüyordu ama Sheaffer olduğu kanaatine vardım. Acaba Celal Bayar’ın –Adnan Menderes’in dolmakaleminin mürekkebinin bitmesi üzerine– not alması için verdiği dolmakalemi de mi Sheaffer’dı? Peki Adnan Menderes ne yazdı kağıda o dolmakalemle?

Muamma! Ne çok muamma var hayatımızda?

İnsanın hayal etmekten başka seçeneği kalmıyor, dedim ya yukarıda ölümünden sonra  kütüphanesi bile yekpare  korunmayan bir yazarın dolmakalemi kim bilir ne olur?

Mesela gölgesini takip ettiğim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Narmanlı Yurdu’nda 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ni yazarken kullandığı kalemin markası neydi? Peki Yahya Kemal’in Kar Musikileri'ni yazdığı dolmakalem?

Olsa olsa kırık dökük bir şeydir diye düşünüyorum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dolmakalemi için. Çünkü yazılanlardan öğrendiğim kadarıyla böyle şeylere dikkat edecek biri değilmiş kendisi. (Ya yanılıyorsam!) Mesela kapağı çatlamış, klipsi kırık bir Pelikan olabilir Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kalemi. Hatta bir ahbabı yıllar önce “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında” ile başlayan mısraları görünce daha fazla şiir yazması için, bu kalemi ona hediye etmiş olabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar istediği gibi şiir yazamadığı bunalımlı bir gün kalemin klipsi ile oynarken kırmıştır kesin!

Yahya Kemal Beyatlı’nınki sefir iken alınmış, altın uçlu yaldır yaldır yanan bir dolmakalemdir olsa olsa. Çünkü ahengi olan her şeye karşı dikkatlidir şair, zaten bu dolmakalemi de kağıtla ahenginden dolayı seçmiştir. Neler görmüştür o dolmakalemler kim bilir?

Şöyle bir hayaldir benimki aslında: Bir gün benden sonra dolmakalemim kendiliğinden yazacak benimle yaşadığı ne varsa. Keşke Ahmet Hamdi Tanpınar’inki de yazsa…

Hasan h Bahadır

21 Ağustos 2012

Bir zaman makinesi olarak dolmakalem


Aşağıdaki okuyacağınız yazı, bana ait değil. Bugün e-posta ile aldım ve yazarın bu yazıyı sadece benimle paylaşmasının bir haksızlık olacağını düşündüm. Kendisinin izniyle bloga alıyorum. İyi okumalar dilerim:



Bir dolmakalem, her şeyin tarihini yazabilir fakat kendi sergüzeştini anlatamaz. Ben, bu haliyle onu şiirdeki balığa benzetirim, derya içinde olup da deniz nedir bir türlü bilmeyen balığa…("Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler / Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler" Hayâlî)

Şu fotoğraftaki Senator marka kalem yirmi yıldır bende. Benden evvel sınıf arkadaşım Umut’taydı. Birbirimiz ile kalem değiş tokuş ederdik. Bu değiş tokuşlardan birinde elime geçmişti kalem. Oldukça kalın yazdığı için pek sevmemiştim onu fakat elimden de çıkarmamıştım. Çünkü ömrü boyunca zarafetini hiç yitirmeyen  beyefendilere benzetiyordum onu. Elden çıkarmak, bir değerbilmezin eline terk etmek olurdu, onun beyefendiliğine karşı bir saygısızlık…

İşte, şöyle böyle derken bir yirmi yılı yuvarladık beraber, ben büyüdüm fakat onu pek eskittiğimi söyleyemem. Arada bir elime aldıkça başka hiçbir kalemin beni onun kadar düşündürmediğini fark ettim. Belki bunun sebebi Senator’un göçmenliğiydi. Her göçmenin insanın içine işleyen bir hikayesi olduğunu düşünürüm ben.

Bizim göçmenin benim bildiğim hikayesi Kırşehir’deki ortaokulumuzda, Umut’un cebinde onu gördüğüm anda başlıyordu.Fakat buna hikayenin başlangıcı değil sonu desek daha doğru olmaz mı? Anavatanı Almanya olan, bir Alman mühendisinin tasarlayıp, Alman işçisinin ürettiği dolmakalemin yolu bizim Kırşehir’e nasıl düşmüştür? Kalemin ilk sahibi Umut mudur?

Umut’un babası Almanya’da işçiydi, kalemi onun getirmesi muhtemel. Fakat bir ortaokul çocuğuna, kullansın diye hediye edilecek cinsten değildi bu dolmakalem. Hele ucunun altın kaplama olduğunu,o zaman otuz altı kişilik sınıfımızda en fazla beş kişide dolma kalem bulunduğunu, bunların da  üçünün Scrikss olduğunu göz önüne aldığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.

Dolmakalemin ilk sahibi midir Umut, bu zarif beyefendinin bütün yıpranmışlığı onun eseri midir? Yoksa Umut’a gelmeden bir başkası tarafından kullanılmış mıdır? Mesela bir aşk mektubu yazmış olamaz mı ? Alman manifaturacının kalemiyken, onun Polonya’lı yeşil gözlü, güzel komşusuna verilmiş olabilir. 

Belki de  doktorasını yeni bitiren Avusturyalı genç bir kızın kalemiydi. Hatta Rainer Maria Rilke’nin Malte'si üzerinden modernliğin sıkıntılarını anlatan tezini de bu kalem ile yazmıştı belki. Sonra bir gün tramvay durağında çantasına koymak isterken kalemi yere düşürmüş, Umut’un babası da bulup alıp gelmişti Umut’a.

Öyle veya böyle sırtındaki zarif uzun, siyah paltosuyla her sabah işine giden bir beyefendi o. Hepimizin başıyla selamladığı, içimizde derin bir saygı uyandıran…

Hasan h Bahadır

14 Ağustos 2012

Wang-Fo'nun fırçası ve çini mürekkebi

Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri, gündüzleriyse kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendileirni değil, imgeleri severdi ve dünyada fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenilecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksıldular, çünkü Wng-Fo resimlerini bir  tas arpa çorbasıyla  takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki çizim dolu torbanın ağırlığı altında çırağı Ling, gökkubbeyi taşırmışcasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling’e bakılırsa bu torba, karlı dağlar, baharda ırmaklar ve yaz mehtabının yüzüyle doluydu.
Atopial

Eşine az rastlanır, hayranlık uyandırıcı bir yazardır Marguerite Yourcenar

Şu 40 yıllık ömrümde dikkat ettim de Marguerite Yourcenar okurlarının da tıpkı yazar gibi müstesna insanlar olduğuna karar verdim. İstisnasız tanıdığım bütün Marguerite Yourcenar okurları hayran olunacak kişiler.

Doğu Öyküleri de bu eşsiz yazarın en güzel öykülerini barındıran bir kitap.

Çok sevdiğim bir blogta bu kitabı ve en sevdiğim öykü 'Wang-Fo Nasıl Kurtuldu?'nun bulunduğu sayfanın fotoğrafını görünce bir kez daha doğrulanan düşüncelerimi paylaşmadan edemedim. 

Kutlu blog sahibinin lütfuyla mücevher değerindeki öyküden bir tadımlık okuyalım:
"Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri, gündüzleriyse kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgeleri severdi ve dünyada fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenilecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang-Fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki çizim dolu torbanın ağırlığı altında çırağı Ling, gökkubbeyi taşırmışcasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling’e bakılırsa bu torba, karlı dağlar, baharda ırmaklar ve yaz mehtabının yüzüyle doluydu." 
Marguerite Yourcenar, Doğu Öyküleri, Helikopter Yayınları
Öykünün devamını merak edenler kitabı okumaya koşacaklar diye tahmin ediyorum.