28 Nisan 2016

Kâğıt Dersleri

Coşkuyla Ölmek, Aniki defterler, Pelikan 120

Daha önce de yazdım ama o zaman çok ayrıntı vermemiştim. Bundan 20-25 sene evvel İstanbul Üniversitesi'nde kâğıt üzerine enfes bir ders vardı. Kâğıdın kimyası anlatılırken ben masadaki kâğıt yığınından aldığım Japon kâğıtlarını ışığa tutar liflerine, su yollarına bakar, aradan sızan ışığı incelerdim.  

(Aynı dönemlerde yine bizim fakültede Prof. Dr. Bedia Demiriş'in verdiği yazının tarihinden söz eden Latin Paleografisi diye bir ders varmış, ne yazık ki haberim yoktu, yoksa ne yapar ne eder o derslere girmenin bir yolunu bulurdum.)

Kâğıt uzmanı hocamız kıymetli Saadet Gazi Hanım bize bir derste İkinci Mehmed'in kütüphanesinden çıkmış devasa bir kitap göstermişti. Bizzat Fatih'in okuduğu kitaplardan biriydi bu, o zamana kadar hep uzaktan baktığım, bir araştırmacı olmadığım için yanına bile yaklaşmama izin verilmeyen, doğal olarak özel izin gerektiren türden nadir bir eserdi. Süleymaniye'de olmasının nedeni başkaydı, kitap hastaydı ve tedavi görüyordu. 

Ders bitince avluda zakkum ağaçlarının gölgesinde otururduk. Başka bir dünyaydı burası. Her defasında orada, gözümü kapatır kapatmaz tuhaf rüyalar gördüm ve her defasında oradan elim boş, mahzun ayrıldım. 

Kambur kitabı yeni çıkmıştı. 

Güvendiğim tek şey ise bir gün ölecek olmamdı. 


23 Nisan 2016

Niçin Yazıyoruz?



Güzel yazı yazanlara bakıyorum da yazdıkları ne işi yarıyor acaba diye düşünmeden edemiyorum. 


İçinde anlayış, dokunuş, seziş olmayan harfler görünce çok şaşırıyorum.

Sahiden niçin yazıyoruz? 


Büyülü nesnelerle (kalem, mürekkep şişesi, kâğıt) haşır neşir olmak hoşumuza gittiği için, eşyanın ruhuna karışmak için mi?


Daha güzel harflerle daha güzel yazılar yazmak için mi? 


Eğer öyle ise belki de yazdıklarımızın bir anlamı yoktur.


Oysa Necmeddin Okyay gibi efsanevi hattatların yazdıklarının bir anlamı vardı. Gören kişinin ruhunu kanatlandıran o levhalarda sadece güzellik arayışı yoktur, manevi bir dünyaya geçme arzusu, başka bir zamana, başka bir boyuta ait olma duygusu da vardır. 


Demek istediğim, güzel yazı yazmak için güzel yazı yazmaya çalışmak bir yerde çok tuhaf. Bir şeyler yapmalı yazıyla, yazdıklarımız soyut da olsa bir işe yaramalı.


Bir işe yaramalı, derken başkaları için değil, yazmak bizim işimize yaramalı. Yazı yazmak bizi daha iyi bir insan yapmıyorsa, bizi dünyanın ağrısını duyan biri yapmıyorsa yazmaya devam etmek anlamsız. 




Yazı, eşsiz. 


Yazı, bizi eşsiz şiirlere, resimlere, hüzünlü odalara, romanlara, heykellere, siyah beyaz filmlere, mağara duvarlarındaki çizgilerden gerçeküstücülere, eski çağlara, gelecek zamanlara, bulutlara, insanın içine bakan ağaçlara, ince yağmurlara, yıkıcı rüzgârlara, bizden önce yaşamış iyi ruhlara, bizden sonra gelecek geniş kanatlı ufuklara, hiç bilmediğimiz kapılara, çöllerdeki kumlara, meraklı insanlara, yaratıcı zihinlere, dünyayı anlayan ama bizi anlamayan delilere, evsizlere, çiçeklere, vicdanları çağları aşanlara, bizi iyileştirenlere ulaştırmalı, yazı bir işe yaramalı.

22 Nisan 2016

SALVADOR DALÍ'NİN GİZLİ DOLMAKALEMİ


Dali, 1942'de yayımlanan "Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı" kitabını yazarken, Hampton Manor, Virginia, 1941,
Fotoğraf/photo: Eric Schaal


Liseden mezun olup üniversiteye girdiğim 1992 yılında küçük "a" harfini düzeltmek için çok çabaladığımı hatırlıyorum, amacım daha güzel yazmak değildi, yazdığım harflerin daha şahsiyetli olmasını istiyordum sadece.
 
Seneler sonra bir gazetede, gömlek cebimdeki dolmakalemler ve elimde bir dosya ile yürürken, bir bölümün her şeyle alay etmesiyle meşhur müdürü beni durdurdu ve odasına çağırdı. 

 "Şu güzel kalemlerinle yaz bakalım buraya bir şey." diye buyurdu. Yanında çalışan ve fırsat buldukça öğle yemeklerine birlikte gittiğimiz arkadaşım da köşeden beni izliyordu.

Asaf Halet Çelebi'den bir dize yazdığımı hatırlıyorum ama neydi tam olarak bilmiyorum.  Belki de "ibrâhîm/ gönlümü put sanıp da kıran kim" dizelerini yazmışımdır, zaten konu ne yazdığım değildi, nasıl yazdığımdı. 

Bir peygamberin adını taşıyan müdür hazretleri yüzünde "hünerini göster bakalım" dercesine çarpık bir gülüşle yazdıklarımı inceliyordu, bitince baktı ve sonra tahmin ettiğim hükmünü verdi. "Madem yazın böyle kötü bu güzel kalemleri niye taşıyorsun?" dedi ve kahkahalarla güldü. 

Bense, "Hattat değilim ki, yazımdan şikayetim yok" deyip arkadaşıma döndüm ve müdürün görmeyeceği şekilde dil çıkarıp daha fazla alay edilmeden çıktım odadan. 

Dolmakalem taşımak eskiden bir eziyete dönüşebiliyordu, bir tür soytarı gibi görüldüğümü anladığım zamanlar oldu.

Öyleyse sözü Salvador Dalí'ye bağlayıp huzurdan çekileyim:
"Soytarı olan ben değilim, deliliğini gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın mantığın alamayacağı ölçüde sinsi, bönlüğünden bile habersiz toplum."