11 Kasım 2018

Kalem ve Kılıç

Bruno Taut'un  Crónicas Estilográficas isimli bloguna bilmem hiç bakıyor musunuz?

Çok eğlenceli ve faydalı bir blog.

Bruno kardeş Japon dolmakalem dünyası hakkında hoş bilgiler veriyor.

Geçenlerde işte bu bloga bakarken Japonların ipek kalemlikleri ile ilgili bir yazı okudum.

Nakaya kalem kılıfı

Kalemseverler bu kalem kılıflarına kimono diyor, ben de şahit oldum. Oysa öyle değilmiş, Japon kadınlarının evlendiklerinde kimonoları üzerinde taşıdıkları içi boş hançer kılıflarından ilham alınan ve ipekten yapılan bu süslü kalem kılıflarına "katana bukuro" (kılıç kını çantası) deniliyormuş.

Aslında özgün olan süslü kılıf şöyle bir şey:


Bu elbette erkeklere özgü törensel bir taşıma yöntemi.

Evlilik töreni için kimono giyen Japon kadınlar ise göğüsleri hizasında kısa bir kılıç, daha doğrusu günümüzde sembolik olarak hançer boyutlarında çok süslü ve bol püsküllü bir kılıf taşıyorlar. (Bruno Bey, bu kılıfın içinin boş olduğunu, karton bir rulo konduğunu söylüyor.)

O da şöyle:


Nihayetinde "kalem kılıçtan keskindir" sözünü hatırlatacak şekilde ortaya çıkan sonuç başka oluyor:

Her milletin kaleme bakışı çok başka, kalemi, mürekkebi taşıma tarzları bile başka.

Kalemin günümüze gelen yolculuğu insanlık tarihi ile birlikte değişen hikayeler içeriyor.

09 Kasım 2018

Turnalar


İnsan bazen yazmak istemiyor, sadece mürekkebi kâğıda dökmek, kâğıdın da turna olup uçmasını istiyor.

08 Kasım 2018

Robert Walser ve Aniki Defter Festivali


Elimdeki son defteri idareli kullanmaya, bittiğinde ise gazete kâğıtlarına Robert Walser gibi not almaya kendimi hazırlamıştım.

Robert Walser'in kurşunkalem ile yazdığı mikro yazıdan bir örnek.
En son defterin ön ve arka kapaklarına da yazmayı düşünüyordum - ki Walser üstadımız da bunu onaylardı. 

Bilindiği gibi İsviçreli yazar Robert Walser o kadar kederliydi ki 1 puntodan daha küçük (1 punto 0,376 mm'dir) harflerle bir A4 kağıdına roman yazmış biri olarak bilakis benimle gurur duyabilirdi. 

Lakin ben o kadar kederli değildim. 

Yalnız ve hüzünlü memleketimin bir defter ustasına güveniyordum.



Böyle dalmış düşünürken telefonun kırmızı ışığı beni rüyadan uyandırdı (masa telefonlarının sesi ofiste büyük bir gürültü çıkarıyor o yüzden sesini kapatmıştım) meğer gazetenin muhaberat servisinden arıyorlarmış. 

Kurye gelmiş. 

Beni bir paket bekliyormuş. 


Benim için hazine değerindeki defterlerimi alınca bir an durdum, ya ofise çıkıp çalışmaya devam edecektim ya da bir kutlama yapacaktım. 

Yirmi dört yıldır tozlu arşivlerde çalışıyorum, birazcık şımarıklık yapmaya hakkım var, diyerek kişisel bir festival düzenlemeye karar verip Caffè Nero'ya gittim. Her zamanki masaya kuruldum ve dünya güzeli defterleri(mi) seyrettim: Asitsiz, arşivlik kâğıttan enfes defterler. (Lüks düşkünü insanları anlamaya başladığımı hissettim bir an, dünya üzerinde bu defteri kullanan kaç kişi vardı ki sonuçta? Galiba İzmirli bir iş insanı ve benden başka artık kimse bu defterlerden kullanmıyor.)

Altı tane defter, altı dünyanın anahtarı gibi masada duruyordu. 

Sanki her bir defter kâğıttan kedi gibiydi, rahatlatıcı mırıltılarla bana sesleniyorlardı. 

Kitapsız, deftersiz ve kalemsiz bir yere gitmem, doğal olarak o sırada elimde milyon kere okuduğum Şule Gürbüz'ün Öyle miymiş? kitabı vardı, bir de tepesine deniz kabuğu iliştirilmiş Sheaffer kalemim. Onlar da festivalin baş konuğu oldular. (Gömlek cebinde fazlalık yapmasın diye masanın bir kenarına bıraktığım günlük defteri ofiste unutmuşum, yoksa o da fotoğrafta görünecekti.)

Kahveyi bitirdim, defterleri koklayıp sevdim sonra da şifa niyetine kitaptan birkaç sayfa okudum.

(Bu arada, 8 Kasım Dünya Deliler Günü imiş. Defter kalem mürekkep delilerini kapsıyor mu bilemem ama Şule Gürbüz, Öyle miymiş? kitabında "insana delirdiği yerden bakmalı" (s.165) diyor, haklı galiba.)

Sonra 6 tane defter için bu kadar sevinç yeter deyip etkinliği sonlandırdım. 

İşte dünyanın en kısa ve en güzel defter festivali böylece sona erdi.