11 Ekim 2016

Hayattan ne öğrendim? - I

sei - hayat - life - vivo

Bu sabah servis aracı binanın arka tarafında bekleşen Bilgi Üniversitesi'nin havalı öğrencilerinin önünde durduğunda "Hayattan ne öğrendim?" diye düşünüyordum. Sonra arada sırada yaptığım gibi gazeteye gitmeden bir kahve dükkanının köşesinde oturdum ve 45 yaşımı doldurduğum gün kalan son 14 sayfayı okuyarak bir Haruki Murakami kitabını daha bitirdim. Her zamanki gibi hem sinir bozucu hem güzel bir eserdi. İnsanda roman yazma duygusunu uyandıran her kitap güzeldir zaten, sinir bozucu olması başka bir öykü. Murakami her defasında şaşırdığım bir yazar. Aynı şekilde, ne zaman Platonov, Şule Gürbüz veya Abdülhak Şinasi Hisar okusam hem şaşırıyorum hem ellerim kaşınıyor, yazı yazmak istiyorum. Günlük hayatın karmaşasına girince de bu isteğimi hemen unutuyorum. En güzeli okumak diyorum. En güzeli iyi bir okur olmak. Öğrendiğim ilk şeylerden biri bu oldu, okuma sevgisi.

Çocukluğumda Çağlayan İl Halk Kütüphanesi'ne hep bu duygularla giderdim. Evde bir kitaplık bulunmuyordu, içimde ise büyük bir açlık vardı. Soğuk kış günlerinde, tam ortasında sıcacık bir sobanın bulunduğu kütüphanede minnoş kediler gibi sobaya yakın bir masaya oturur bazen rastgele bir ansiklopedi cildi veya tarihi bir roman alıp okumaya dalardım. O kütüphanede ruhumu kanatlandıran kitapları okumanın iyi bir şey olduğunu öğrendim, canımı sıkan, beni umutsuzluğa iten kitaplar da vardı. Okudukça kötü olduğum, ruhumu karartan sözde büyük önem atfedilen bilgelik kitapları. Oysa en güzeli şaşkın bir roman kahramanının bir sabah uyandığında kendini yatağının üzerinde ama yatak odasında değil de açık havada bulmasıydı. Gerisini pürdikkat merakla okurdum. Merak, işte bir başka öğrendiğim şey, düşüncelerimi yönlendirmeyi başkalarına bırakmadım, kendi aklıma güvenip ilgilendiğim her şeyi bütün boyutlarıyla merak ettim.

Sonra yazının güzelliği. Yazının, simgelerin, ideogramların eşsiz güzelliği ve tarihle dolu derinliği. Bazen bir harfe baktığımda, o harfin binlerce yaşında olduğunu anlayıp ürperiyorum. Yaş aldıkça, başka harflere de baktım. Mesela Japon ve Çin hat sanatı hep çok ilgimi çekti. Bizim hat sanatımız ne kadar keskin hatlara sahipse, fırçayla çizilen bu güzel simgeler hayatın içindeki lekelere, baş döndürücü bir belirsizliğe ve düzgün olmayan bir dokuya sahip. İşte bu pütürlü, yaramaz, kontrol altında tutulamayan ama sabit bir duyguyu da içinde barındıran dokuyu seviyorum. Belki bu yüzden silikonlu kâğıtları ve son derece düzgün yazıları sevmiyorum.

Geçen gün bunu bir kez daha anladım. Çalıştığım gazetenin teknik servisinden bir arkadaş bilgisayarıma bir program yüklemek istediğinde şifremi istedi. Uzun olduğundan yazayım dedim ve Scrikss 419 ile şifreyi karaladığım kâğıdı uzattım. Arkadaş mürekkebin Sailor Doyou olduğunu bilmeden kâğıdı alıp yazmaya başladı ama ekranda sürekli hata mesajı beliriyordu (ben de bu arada analog ile dijital teknoloji arasındaki farkları düşündüm). Teknisyen arkadaş, dönüp "Yanlış yazdınız galiba." dedi. Ben de kâğıda baktım ve doğru yazdığımı gördüm, bu sefer klavyeyi önüme çekip yazmaya başladım ve hata mesajı çıkmadı, pencere açıldı. Teknisyen arkadaş ise ben yazarken takip ettiği için neyin yanlış olduğunu hemen fark etti. Aynı harf ikinci kez geçiyordu şifrede ama farklı yazılmıştı, o da farklı bir harfe benzetmişti. İşte bu hayatımın bir özeti: Her gün aynı şeyleri yapmayı seviyorum ama aynı harfi ikinci kez aynı şekilde yazamıyorum.

Başka ne öğrendim acaba diye düşünürken, yalnızlığın güzelliği geliyor aklıma. Belki de en güzel şey, yalnızlık. Ağaçların bir bildiği olmalı.

7 yorum:

  1. Güne sizin bu harika yazınızla başlamak ne güzel! Çok teşekkürler...

    YanıtlaSil
  2. şahanesiniz Mehmet Bey. insanın kendisinde olanı başkasında görünce beğenmesi, takdir etmesi, mutlu olması bencillikse eyvallah, aldık, kabul ettik.

    YanıtlaSil
  3. Çocukluğumda ve hala en çok sevdiklerim resimli ATLAS lar. Sebebi zannediyorum hayal edebilmeye imkan tanıması ya da hayallerin sahnesi olabilecek temel görüntüleri barındırmaları.
    Mutlaka resimli olmalılardı benim için. Yazılı olanları bilmiyorsanız hayal etmek zordur. Mesela bir Hindistan Cevizi ağacı. Görmemişseniz bu ağacı, tırmanılır mı? gölgesinde yatılır mı? nasıl bilecek ve hayal edeceksiniz?
    Ağaçlar önemlidir. Dümdüz bir arazi düşünün. Bir anlamı, derinliği yoktur. Bir ağaç yerleştirin bu resme. Hemen derinlik ve anlam kazanır. O zaman rüzgarı, kuşları, böcekleri, sincapları, yağmurları hayal etmeye başlayabilirsiniz. Evet ağaçların bir bildiği var yalnızlık konusunda ama onca rüzgarı, yağmuru, sincabı, kuşu, böceği ne yapacağız?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunuz için teşekkür ederim Ali Bey. Dediğiniz gibi her ağaç bir ekosistem aslında. Her ağaç tek başına gibi görünüyor ama öylesine dolu ki hiç canı sıkılmaz. Biraz daha konuşursak tasavvuf felsefesine gideriz, vahdet-i vücuddan söz etmeye başlarız ama o kadar uzatmaya niyetim yok. ;)

      Yalnızlığı biraz da sadelik anlamında kullanmak istiyorum. Daha önce de konuştuğumuz nitelik-nicelik meselesi çok önemli. Bizim gibi insanlar hep nitelikten yanadır sanıyorum. "Çok sayıda", "en iyi" ve "en pahalı" gibi şeyler bize göre değil. Yalın olandaki güzelliği arıyoruz. Kalabalıktan hazzetmeyen, sükuneti, huzuru arayan insanlarız: Ağaçlar gibi, azaldıkça çoğalıyoruz.

      Sil
  4. Mehmet bey, ben de 37 yaşındayım tamam diyorum artık bitti galiba buraya kadarmış hayatla ilgili en azından beni idame ettirecek bir çok şey öğrenmişimdir. Aaaaaa sonra bakıyorum hatalar hatalar hatalar. Hani öğrenmiştin diyorum kendime hani bir daha böyle anlamsızca hatalar yapmayacaktın ne oldu? Boynumu büküyorum bir gün bir gün diyorum. O bir günün olup olmayacağını bilmiyorum; ama bir gününün beni motive ettiğini biliyorum.
    Elinize sağlık, güsel bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil