29 Aralık 2017

2017 Notları




1. Nesin Vakfı yöneticisi boyama kitaplarının çocuklardaki yaratıcılığı öldürdüğünü söylemiş.

Ben de öyle düşünüyorum, hazır desenli boyama kitapları düşünmeye vakti olmayan yetişkinler için iyi, çocuklar için berbat bir şey.

2. Türkiye'nin ilk plak kültürü dergisi Plak Mecmuası çıktı. Yayın düzeni 3 aylık.

Her merakın kendisine ait dergisi/dergileri olmalı. Yetmez aslında, her merakın en az bir kitabı/kitapları/kütüphanesi de olmalı. Ne yazık ki hakikat öyle değil. Pek çok merakın, ilginin kendisine ait bir yayını bile yok varsa da dişe dokunur değil. Analog kültür için yapılan her girişim hayırlı bence. Tatlı yönleri de var ama çevremiz dijital kültürün acı meyveleriyle dolu maalesef.

3. Dolmakalem kartuşlarının neden ısrarla kulanılmaya devam edildiğini anlayamadığım bir yıl daha geçti. Gerçi insanın doğasında var, çöp üretmeyi seviyoruz.

4. Puşkin tepelerinin yanında duran fincanım maalesef sakarlığımdan dolayı yere düşüp kırıldı. Bu da Lamy 2000 kaybından sonra bir başka üzüntü kaynağı. Keşke kintsugi sanatını bilen birini tanısaydım. Kırık ama masamda duruyor hâlâ.

Kintsugi (veya kintsukuroi) kırılan porselen veya seramik nesneleri altın veya gümüş gibi değerli bir madeni de kullanarak birleştirme sanatı. Böylece gönülden bağlı olduğunuz bir fincanı hem kullanmaya devam ediyorsunuz hem de eskisinden daha değerli oluyor. Bence kullanmaya devam edebilmek yeterince değerli. Çünkü tamir edilebilen şeyler çok değerli.



5. Bu yıl en sevdiğim mürekkep yine Sailor Doyou oldu. (Aniki mürekkeplerin yeri ayrı, onlar sınıflandırma dışı. Özellikle Küba.)

6. Her şeyin başı sağlık.

İyi seneler olsun.

07 Aralık 2017

Guillermo Rosales ve Felaketzedeler Evi

Ali Bulunmaz bugünkü Cumhuriyet Kitap'ta yazarı ve kitabı anlatmış.

Günün güzel haberleri Jaguar Kitap'tan geldi.

Jaguar Kitap'ı biliyorsunuz, arada sırada söz ediyorum.

Bence memleketimizin en iyi 4 yayınevinden biri, genç yaşında başardığı işlere baktığımda ise birincisi diye düşünüyorum. Çünkü arkasında çok sevdiğim bir bibliyofil var.

Felaketzedeler Evi ise yayınevinin yeni mahsülü. (Çorbada editör olarak benim de tuzum var.)

Kitaba gelince Felaketzedeler Evi sert bir eser. Acımasız bir kitap. İçinde pek çok şey var, bazen ağlamamak için zor dururken kimi zaman kitabı duvara fırlatmak isteyebilirsiniz.

Felaketzedeler Evi'nde öfke, delilik, kötülük ve aşk var. Kısa ve net cümlelerle, takıntılı tekrarlar ve sürgünde yaşayan tuhaf kahramanlarıyla rüzgâr gibi başlayıp bitiyor.

06 Aralık 2017

Bibliyomani

Sol sayfalarda elyazmasından örnekler olması kitabı güzelleştirmiş.


Gustave Flaubert'in Bibliyomani isimli eserini bir çırpıda okudum.

Dünya edebiyatın dahi isimlerinden biri ve modern edebiyatın kurucularından Gustave Flaubert ilk kitabı Bibliyomani'yi daha 14 yaşındayken yazmış.

Bir yandan gerçek bir olaydan yola çıkan öyküyü okurken bir yandan yazarın üzerini karaladığı kelimelere, sayfada uçuşan harflere bakıyorum da etkilenmemek mümkün değil. 

Zaten öyle birini anlatıyor ki sıkılmak pek mümkün değil: 
“Bu adamın sahaflar ve eskiciler haricindeki kimselerle konuşmuşluğu yoktu. Ketum olduğu kadar hayalperest, nemrut olduğu kadar mahzun bir adamdı; tek bir düşüncesi, tek bir sevdası, tek bir tutkusu vardı: Kitaplar.”

Bu duruma bibliyomani deniliyor. Mecnun'un hep Leyla'dan söz etmesi gibi, marazi kitap düşkünleri de âşık oldukları kitaplardan başka bir şey düşünmez. Flaubert'in Bibliyomani kitabında da böyle biri var. 

Bibliyoman ile bibliyofil bazen karıştırılıyor ancak ikisi aynı şey değil. Özetlemek gerekirse, bibliyoman iyi kitabı görür görmez kendinden geçer, bibliyofil ise okuyunca heyecanlanan kişidir. Bibliyofil, kitaplar söz konusu olduğunda aşırı kıskanç değildir, daha çok kitap okuma tutkunudur. Bibliyoman ise okumaktan ziyade nesne olarak kitaba âşık olan kişidir, o arzuladığı kitabın hastasıdır. Bibliyomanda neredeyse tapınmaya varan aşırı bir sevgi hâli vardır. Bibliyofil de kitabı sever ama aşırılıktan kaçınır. İlginç olan şudur; bibliyomanlar arasında okuma yazma bilmeyenler bile olabilir, maksat o kitaba sahip olmaktır. Zaten bizde bir vakitler bibliyomanlara, mecânîn-i kütüb (kitap delisi) denilmiş. (Kütüb, kitaplar; mecânîn ise "mecnun"un çoğulu, mecnun da bilindiği gibi deli divane anlamında.)
 

Kitaplara düşkünlük denilince, aklıma Katip Çelebi, Ali Emîrî ve İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi isimler geliyor. (Daha başka isimler de var.) Bu değerli insanlar, bibliyofil tanımına uyuyor; kitap topluyorlar, bunun için çok para ve çok zaman harcıyorlar. Kendileri kitap düşkünü ama bibliyoman değiller, geride halen faydalandığımız önemli eserler bırakmışlar.

"Kitabı aldım; eve geldim. Yemeyi, içmeyi unuttum. Bu kitabı, sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara değişmem." diyen Ali Emîrî Efendi olmasaydı belki de Dîvânü Lugati't-Türk kayıplara karışacaktı.

Bibliyomani biter bitmez Tütüncü Çırağı'nı okumaya başladım.


Kitabın boyutu da çok güzel.

Kapak, bu seride (Geceyarısı Kitapları) hep olduğu gibi sade. Hem okumayı sevenler hem de kitap düşkünleri kaçırmasın derim.

Yazı biterken, müstehzi bir ifadeyle "Kitap içenlere selam olsun!" demek geçiyor içimden.

01 Aralık 2017

Doğan Hızlan ve kalem bağ(ım)lılığı



Sabah, Hürriyet gazetesinin Kitap Sanat ekinde Doğan Hızlan'ın "Ben bir bağımlıyım" başlıklı yazısını okuyunca gülümsemeden edemedim.

Hele yazısında geçen o meşhur öyküyü her dinleyişimde bende de aynı bağımlılığın (blogun okurlarını düşününce bizde de demek gerekir belki) olduğunu her defasında yeniden anlıyorum:

"Cumhuriyet’te çalıştığım yıllar. Bir gece eve geldim ve o gün aldığım dolmakalemimi masada unuttuğumu fark ettim. Pijamalarımı giymiş oturuyorum. Yine pijamamın üzerine robdöşambrı geçirdim, bir taksi çağırdım ve gazeteye giderek masamda unutuğum kalemimi alıp döndüm. Gece çalışan arkadaşlarım merak içinde ne olduğunu sorduklarında da yazımda bir yeri merak ettiğimi, onu kontrol etmek için geldiğimi söyledim.
Ertesi gün gazetenin o dönem genel yayın yönetmeni olan rahmetli arkadaşım Oktay Kurtböke odama gelip gece yarısı apar topar neyi düzeltmeye geldiğimi sorunca işin aslını anlattım.
Kahkahalarla güldü."

26 Kasım 2017

Yazı ve Moebius



Dünyalılar delirmiş gibi koşarken, yelkovana dakika ibresi, akrebe saat ibresi diyenlerin sayısı hayli artmışken, ağaçların ruhunu merak edenlerin sayısı da tersine bir hızla azalıyor. Bu durumda yazı yazmak, daha doğrusu yazmaya çalışmak tuhaf bir eylem. Yazının yan etkisi, kendimizi, kendi memleketimizde, kendi dünyamızda yabancı bulmak gibi sonuçlara yol açabiliyor.

Moebius (Jean Giraud) düşünen, yazan, çizen insanı göstermiş bize.

Böyle bir zamanda sükuneti muhafaza etmek, harflere, kelimelere ve cümlelere, giderek paragraflara odaklanabilmek de giderek artan zorluklardan.

Oysa başımızı gömdüğümüz küçük parlak ekranlarda hep yazı var, nereye baksak bir fotoğraf geliyor bir yerlerden.

Belki de görmek için gözlerimizi kapatmalıyız.

19 Ekim 2017

Üç İstanbul ve Tanbûrî Cemil Bey



Üç İstanbul'u çok uzun zaman evvel okumuştum, lakin bazı kitaplar klasik sınıfında olsalar da hiç hatırda kalmıyor. Yine aklımdan uçacağını bilsem de Adnan Efendi'nin maceralarını merakla okumaya başladım. 

Lakin gönül isterdi ki masada bir de hayranı olduğum Tanbûrî Cemil Bey ile ilgili bir kitap olsun.

Bu da nereden çıktı demeyin, Tanbûrî Cemil Bey meraklılarına müjdeli bir haberim var: Bugün (19 Ekim) sadece Milliyet gazetesinde gördüğüm enfes bir habere göre (linkteki haber o haber değil, daha geniş, çünkü gazetede iki cümlelik bir metin var) bulunuyor; meğer Kubbealtı Neşriyatı, Yüz Yıllık Metinlerle Tanburi Cemil Bey isimli bir kitap çıkarmış.

Kitapta daha önce yayımlanmamış fotoğraflar da varmış


Bu kitabı en kısa zamanda alacağım ama Tanbûrî Cemil Bey hakkında okuduğum ve muhteşem bulduğum tek kitap oğlu Mes'ud Cemil'in yazdığı Tanburi Cemil'in Hayâtı isimli muazzam eseridir. Ben böylesine tatlı bir Türkçeyi ancak Abdülhak Şinasi Hisar'ın veya Refik Halid Karay'ın kitaplarında gördüm. Hayran olmamak mümkün değil. Eski müziğimize meraklıysanız okuyun, edebiyata meraklıysanız muhakkak okuyun. Okuyunca şunu hissetmek mümkün: Bugün çok yavan bir Türkçe ile konuşuyoruz! Eski Türkçenin lezzeti bambaşka, kelimeler sanki daha bir hacimli, daha kalbe dokunur cinsten.



Tanbûrî Cemil Bey deyince, ruhumuzu yücelten Ferahfezâ Saz Semâîsi'ni dinlemeden olmaz, muhakkak bulup dinleyin kulaklarınız bayram etsin.



14 Ekim 2017

1 Defter 2 Kalem 2 Kitap


Bazen hiç kitap okumuyorum, bazen de büyük bir okuma açlığı bir kedi gibi sessizce gelip gözlerime yerleşiyor ve arka arkaya birçok kitap okumaya başlıyorum.

İlk kitap Seneca'nın Bilgenin Sarsılmazlığı Üzerine - İnziva Üzerine isimli Cengiz Çevik'in Latince'den çevirdiği bir kitap. Kitabın adı hatalı yazılmış de  fakat bence bir hata yok "Bilgeliğinin Sarsılmazlığı Üzerine" daha güzel bir başlık.

İkinci kitap ise günümü güzelleştiren efsane bir roman: Bir kedi, Bir Adam, İki Kadın. Yazarı Juniçiro Tanizaki, Japoncadan çeviren dostum Sinan Ceylan.

Henüz kitapların başlarındayım. Fakat Seneca'yı pek sevemedim, tuhaf, kasvetli bir adam. Daha önce Seneca'dan başka bir kitap Jaguar Kitap'tan çıkan Doğa Araştırmaları kitabını okumuştum. Ufuk açıcı bir kitaptı (elbette geçmişi anlamak açısından).

Bizim ofisin şaşkın kedisi Pruf

Fakat Bir kedi, Bir Adam, İki Kadın enfes bir eser. Kitabın kahramanlarından biri de Lili isimli bir kedi. Tabii kedi deyince gün içnde arada sırada ziyaretime gelen Pruf geliyor aklıma, Lili'ye benzemiyor ama o da bir kedi, biz de roman kahramanlarına benzemiyoruz ama hepimiz insanız ve bir şeyler arıyoruz. Bu arayış meselesi önemli. Bütün iyi kitaplarda bir arayış söz konusu.

Bazı kitaplar daha ilk bakışta nasıl bir yapıt olduğunu gösterir, Bir kedi, Bir Adam, İki Kadın da öyle şimdilik biraz gülümseyerek biraz endişeyle okuyorum. Doğal olarak her iyi kitap gibi bakalım şimdi neler olacak diye diye sayfaları çeviriyorum. Mürekkepli kalemler (Scrikss ve Sheaffer) ve mavi kapaklı güzel Aniki defterin tanıklığında kitap okumak da başka bir güzel diye düşünmeden edemedim.

12 Ekim 2017

Refik Durbaş, Kalem, Kâğıt ve Adel Yapıştırıcı


Her hafta Birgün'de Refik Durbaş'ın köşesini düzenli okurum. Hemen her yazısında şairlerden, yazarlardan, kitaplardan ve kitapçılardan söz ettiği için çok hoşuma gidiyor.

Baktım bugün aynı sayfadaki "Kalem ve kâğıdınız terapistiniz olabilir" başlıklı büyük haber çok güzel.

Yazı yazmanın insan vücudu üzerindeki ruhsal ve fiziksel yararları üzerine bir haber. Okumakta fayda var. Bugün ayrıca Cumhuriyet Kitap günü. Ancak kaç sayıdır Enis Batur'un yazısı çıkmıyor. (Tam olarak 8 Haziran 2017'den beri yazı yok.) Bu hafta üçüncü sayfada yine yazısını göremedim, can sıkıcı bir durum.

(Yapıştırıcılardan pek söz etmiyoruz. 20 yıldır her mesai günü yapıştıcı kullanmış biri olarak parantez içinde, fotoğraftaki pek faydalı yapıştırıcıdan da söz etmek istiyorum. Kemik tutkalıyla başladığım yolculukta nihayet Pritt'e varmıştım ama artık Adel'in stick yapıştırıcısına geçtim. Bilmiyorum benim gibi Pritt kullanmakta zorlananlar var mı, takıntılı olduğum konular kimine gereksiz gelebilir ama yapıştırıcı da önemli bir mesele. Adel kâğıt üzerinde tam istediğim gibi daha akıcı ve daha pratik.)

Yazmak gibi gazete okumanın da büyük faydaları var.

11 Ekim 2017

Sami Tarıca, Yves Klein ve Zebra Classe


Bu günlerde Galeri Nev'in yayımladığı, Sami Tarıca'nın 99 yıllık uzun hayat öyküsünü anlattığı, "Sanat Dünyasına Nasıl Girdim ve Yves Klein Üzerine Bir Söyleşi" isimli küçümen bir kitabı okuyorum.

Sami Tarıca (1906-2005)


İzmir doğumlu Sami Tarıca (Tarihi Asansör'ü yapan kişi dedesi imiş), bir antika halı tüccarıyken, 50 yaşından sonra hayatına yeni bir yön çizmiş ve sanat dünyasına adım atmış, Yves Klein ve Jean Fautrier gibi isimlerin eserleri satan ünlü bir galerici olmuş. (Oğlu Alain Tarica da babası gibi zeki ve vizyon sahibi biri, sanat dünyasında ünlü bir isim.)

Böyle kısaca anlattığıma bakmayın, Alman ordularının Fransa'yı işgal ettiği vakit o da sıkıntıya düşüyor. Nazi subaylarıyla yaşadığı didişmeyi, cesareti ve inatçılığı görünce şaşırmamak mümkün değil.

Çağdaş sanatın önemli isimlerinden Yves Klein ise, kısa hayatında (34 yıl yaşamış) mavinin bir tonuna (Klein mavisi) adını verip patentini almış renk mucidi sıradışı bir sanatçı.

Yves Klein (1928-1962)


“Klein, rengi resim yapmak için değil, zamanın ötesinde, maneviliğe yakın, hemen hemen simyacı bir uhrevi durum yaratmanın aracı olarak kullanmıştır. Kullandığı renkler içinde mavi, parıltısı ve maddi olmayan dünyaya açılışıyla en önemlisidir. Onun mavi monokromları resim değil, koskoca bir boşluğa açılan kapılardır.” (Kerry Brougher)



KİTAP OKUMAYI SEVEN KALEM: ZEBRA




Hep kalemlerim kitapları seçerdi, bu sefer tersi oldu.

Nasıl oldu anlamadım ama Zebra Classe isimli artık üretilmeyen mekanik kurşunkalemim bu kitabı okumak istedi sanki. Ne zaman kitabı okumaya başlasam elim bu kaleme gitti. Diğerleri bir kenarda kaldı. Belki de dostum şair Nihat kardeşimi hatırladım. Epeydir görmüyorum kendisini. (Bazı kalemlerimin Nihat ile vefa bağı var.)


Zebra müthiş kalemler yapan bir Japon firması. Kayda değer bir tarihçesi var, 1898 doğumlu Japon Zebra'nın bir de Amerika'daki şubesi Zebra Pen Corp. bulunuyor. Ancak bu Zebra başka, bağımsız bir şirket, bir yandan Japonya'ya bağlı ama Amerikan topraklarında özerklik ilan eden bir yapıda. Çok eğlenceli bir internet siteleri var, muhakkak bir göz atılmalı derim. (Bu arada Zebra Pen Corp. geçen ay 35. yaşını kutladı.)



Reha kardeşim de bilir, Zebracı değil Pentelciyim (özellikle Pentel 200 serisi) fakat Classe hiç de öyle görünmediği halde çok çekici bir kalem, eski bir arkadaş gibi kitabı okurken eşlik etti bana.
Bu sabah ise yine kitabı okumak için masaya oturduğumda (bitmesin diye azar azar okuyorum) bütün bu hayatları düşündüm, sonra günün tarihine baktım, doğum günüm imiş, 46 yıl kuş gibi uçmuş geçmiş.

15 Eylül 2017

Platonov ile Çizmek


Daha önce, başka bir blogta; Andrey Platonov bence Rus edebiyatının en büyük yazarlarından biri, demiştim. Düzeltmem gerekiyor, bence kendisi Rus edebiyatının en büyük yazarı.

Gogol, Çehov, Puşkin, Gonçarov, Lermontov, Dostoyevski ve Tolstoy ne güne duruyor dediğinizi duyar gibiyim, bu kişiler büyük isimler elbette ama daha ilk cümlelerden itibaren kalbime dokunan tek bir yazar var, o da Platonov. 

Platonov sevgimde, çevirmen Günay Çetao Kızılırmak'ın ve Metis'in (editör Özde Duygu Gürkan) önemli bir yeri var. Mesela Çukur kitabını daha önce, Turkuvaz Kitap'tan Kayhan Yükseler çevirisiyle okumuştum, iyi bir çeviriydi ama kitabı sevememiştim. Oysa geçen akşam, Beşiktaş, Porto'yu 3-1 yeneyazdığı sıralarda ben Beşiktaş'taki Mephisto'da işte bu kitaba bakıyordum ve ne olursa olsun yine alacaktım ama çok büyük bir umudum yoktu. Fakat kasaya giderken daha ilk cümlelere bakar bakmaz kitabevine kadar gelen uğultular uzaklaştı. Birden kendimi düşüncelere dalmış Voşov ile birlikte Rusya'da sıcak bir havada yürürken buldum! 

Demek istediğim, çeviri muazzam, harika, enfes. Kitabın güzelliğinde editörün de hakkını teslim etmek gerek, güzel bir iş çıkarılmış.

Tıpkı, Çevengur, Can, Muhteşem Vahşi Dünya ve Dönüş kitaplarında olduğu gibi olağanüstü bir Türkçe ile çevrilmiş. Adeta Rusça saydamlaşıp Türkçeye dönüşmüş. Neden böyle söylüyorum? Rusça biliyor muyum? Hayır, ama okur hissiyatım böyle söylüyor işte. Yayınevini kutlarım böyle efsanevi kitaplara imza attıkları için ne kadar sevinseler azdır. 

Daha önce Platonov'un bir eserini hiç okumayanlar için şunu söyleyeyim, bu kitapla başlayın, sonra, Mutlu Moskova, Dönüş, Muhteşem Vahşi Dünya ve Can'ı okuyun. En son olarak da Çevengur'u okursanız, dünyanın sonuna gelmiş gibi hissedip başa dönüp yeniden okumak isteyeceksiniz. Bu okuma seferinde ise son okumak istediğiniz kitap Can olacaktır. Dünya edebiyatında böyle bir eserin benzeri yok. Sanki Çevengur'un var mı? diyor içimdeki ses. Neyse işte, herkes kendi kararını versin ben çekiliyorum. 

Not: İşte böyle sabah sabah, içimden geldi ve dolmakalemi çıkardığım gibi Voşov'u çizeyim istedim, olmadı ama olsun.

31 Ağustos 2017

Zen ve Haiku



Geçen akşam üzeri bir kitabevinde Zen ve Haiku isimli kitabı görünce, işte tam da aradığım kitap deyip aldım. (Doğu öğretileri üzerine pek fazla eser yok maalesef, her yerde Batı felsefesi ve düşünce sistemlerine ait kitapları var.) 

Boyutu biraz ikirciklendirse de kitap çok güzel görünüyordu, üstelik D. T. Suzuki üstadın eseriymiş deyip fazla düşünmedim. Lakin kitabın Türkçesiyle sorunla yaşıyorum. Hemen her sayfada "olmasaydı böyle" deyip, satırların altını, bazı kelimelerin ya da cümlelerin üzerini çizerek, soru işaretleri ekleyerek okuyorum. Yine de Zen ve Haiku kitabında not alınacak güzel yerler var.

Kitabın girişinde İlhan Berk'in adını söylemese de Zen düşüncelerini özetlediği, haiku'nun özünü anlattığı bir şiiri var ki, bence şairin söyledikleri Suzuki'nin sözlerinden daha etkileyici olmuş:
  
"Şiir bağışlamaz: Ya vardır, ya yoktur.

Şiir yalnızlıklarla (bir kıyıda çiçeğe durmuş süsenler, danaburunları, yıkıntılar, kapalı odalar, akşamüstleri, eski fotoğraflar bırakılmış evler, balkonlar, büyük küçük sular, çan kulesiz kiliseler, iç avlular, kuş ölüleri, çakıllar, ıssız kıyılarla) büyür.

Ozan yalnızdır çünkü.

Birdenbiredir şiir. Birdenbire çıkan bir deniz, bir ağaç, bir yüz, bir sokak.

Bazı şiirler kapalı havalar gibidir: Kapalı göklerin hüznü vurur onlardan.

Bütün iyi şiirlerden kalan budur."

Şiirin Gizli Tarihi, İlhan Berk

Ek okuma: "Zen ve Yaşama Sanatı"

25 Ağustos 2017

Onoto ve Dolmakalem Logoları Üzerine

Onoto Magna Classic

Dolmakalem logoları arasında en sevdiğim logo Onoto'nun olabilir. Bu logoyu ne zaman görsem aklıma Ayasofya'daki sütun başlıkları üzerinde bulunan stilize akantus yapraklarının ortasındaki monogramlar geliyor. 


Özellikle imparator Jüstinyen'in logosunda irice bir N harfi var. 

(Bu arada Scrikss'in logosu da bence ister istemez akla süper güçlü bir çizgi roman kahramanını getirdiği için hoşuma gidiyor.)

Onoto, dolmakalem dünyasının pek fazla bilinmeyen tarafında yer alan bir İngiliz markası. 1905 ile1958 yılları arasında üretim yaptıktan sonra kapanmış ama aradan 47 sene geçtikten sonra 2005'te yeniden diriltilmiş. Kalemleri birinci sınıftır. (Tanıdığım tek Onoto sahibi olan doktor arkadaşıma da selam göndereyim. Kendisi tıpkı kalemi gibi bir İngiliz beyefendisi aurası taşır.)  



İkinci kez dünyaya geldikten sonra üretilen Onoto kalemlerinin sağlamlığı henüz test edilmedi ama markanın önceki hayatından çok güzel bir örnek var: Medina isimli bir İngiliz gemisi 1. Dünya Savaşı yıllarında (1917) bir Alman denizaltısı tarafından batırılmış. Batık 1987'de bulunmuş. 

tedaviden önce
 
tedaviden sonra

Geminin taşıdığı ve 70 yıl su altında kalan eşya arasında Onoto dolmakalemleri de varmış. Yıllar sonra yapılan müzayede sonucu Onoto yöneticileri bir kalemi almış ve kalem doktoru Laurence Oldfield'a göstermişler. Sadece paslanan piston çubuğu ve küçük bir iki parça değişiminden sonra kalem eskisi gibi gayet güzel yazmaya başlamış.

23 Ağustos 2017

Masada Bir Yerde



Masadaki çatlağı düşünüyorum.

Leonard Cohen'in Anthem şarkısında da geçen o sözcükler de arkasından geliyor: "There is a crack, a crack in everything / That's how the light gets in"

İşte her şey böyle, temiz bir çatlak olmalı ki ışık kendine bir yol bulsun. Bu yüzden kusursuz olan her şeyde ışık yoktur.

Belki 5 yıl oldu, bir sohbet esnasında, kalemseverlere "ben ucuz kalemleri seviyorum" dediğimde gülmüşlerdi.

Oysa ışıktan söz ediyordum.

17 Ağustos 2017

Bu Yazıları Neden Yazıyoruz?



Çok şahane bir kitaba başladım. 
 

Teorik yazılardan bıktığım bir dönemde Haluk Çobanoğlu'nun iyileştirici kaleminden bu güzel çalışma çok iyi geldi bana. Bir fotoğrafçıdan, düşünen bir insanın dünyaya bakışından öğrenilecek çok şey var. İyi ki bu yazılar derlenip toplanmış. 

Ayrıca Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz? isimli bu eserin yazarını da tanımanın gururunu hissettim okurken. Haluk Çobanoğlu, o mütevazı anlatım biçimiyle sevdiği fotoğrafları, kitapları ve insanları anlatıyor.

Sadece fotoğrafla ilgilenenler için değil, Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz? her iyi eserde olduğu gibi edebiyat ve yazı kültürünü sevenler için de bulunmaz bir nimet.

13 Ağustos 2017

İki Kalem Arasında

Lamy 25P OM
Kırtasiye sevenler arasında mutlu bir azınlık vardır; onlar dolmakalem, mürekkep ve kâğıt dünyası ile karşılaşınca küçük ama sarsıcı bir deneyim yaşar. Başlangıçta büyük bir hevesla işe başlanır, bir şekilde mürekkep ve kâğıt meselesi çözülür (daha sonra mürekkep ve kâğıt konusunda her şeyi çözdüm tavrının ne kadar ne kadar yanlış olduğu anlaşılacaktır ama daha bu durum için gereken zihinsel hazırlık tamamlanmadığından bu kısmı başka yazılara bırakıp geçelim - ne de olsa mürekkep şişesiyle hava atılamıyor) ama ya dolmakalem? 

Hangi dolmakalem iyidir, hangileriyle yazmaya başlamalı veya başlangıçta hangi dolmakalemleri almalı? İki kalem arasında kaldım, Pelikan mı Montblanc mı? Sailor veya Sheaffer, Faber-Castell'in şu modeli mi ya da Scrikss mi almalıyım? Hangisi daha iyi? TWSBI, Pilot, Waterman, Visconti ya da Lamy? 

Sıkça karşılaştığım sorular bunlar. İşte başlangıçta kafa karıştırıcı ve zihin bulanıklığı yaratan bir evredeyiz. Kimi prensi bulmak için bütün çirkin kurbağaları öpmeye çalışır, elbette bunun maddi bir külfeti vardır, ne de olsa dolmakalemler (iyi dolmakalemin pahalı olduğu varsayımı nedeniyle ve gerçekten iyiyi bulmanın zor olması gibi etkenlerden dolayı) ucuz şeyler değildir, kimi de başkalarından medet umar.

Diyelim ki seçenekleri azalttınız, sonra uzun uzun düşünüp taşınmalardan, bilgili olduğu düşünülen kişilere danışıldıktan sonra bir veya birkaç dolmakalem üzerinde karar verilir. (Bu kişilerin aslında kendi kişisel deneyimlerini anlattığı görmezden gelinir.)

İşte bu noktada derin bir hayal kırıklığı yaşanılması mümkündür. O bilgili kimselerin övdüğü kalem ertesi gün kapağı açılır açılmaz mürekkep akıtır, hani Youtube videolarında binlerce beğeni alan, gülümsemeler eşliğinde anlatılan kalemin ucu da kâğıt üzerinde yağ gibi akıp gitmek bir yana cızırtılar eşliğinde yazmaya çabalar derken üzüntü kaynakları işte böyle çoğalır.

Sailor ProGear Sapporo MS
Öyleyse ne yapmalıyız?

Bence gözümüze kestirdiğimiz o olağanüstü, o eşsiz kalemi çöpe atın. İkinci kalemi, yani size uygun kalemi arayın. 

Mükemmel kalemin peşinde koşmak, hayal kırıklıklarıyla yaşamak gibidir. Öyle bir kalem yok, çünkü mükemmel insan veya kusursuz bir makine de yok.

Demek istediğim, hayatımızın bütün evreleri için geçerli olan olaylar zinciri yazı dünyasında da aynıdır, farklı bir şekilde tezahür etmez. Başkalarının bilgileri genelgeçer bilgiler değildir. Evvela kendimizi tanımalıyız.


"CÜMLENİN MAKSUDU BİR AMMA RİVAYET MUHTELİF"

Burada okumanın önemini vurgulamak isterim. 

Elinize denemek için bir kalem uzatıldığında kendi adınızı yazmak dışında özlü bir sözü, mesela Muhibbî'den yukarıda alıntıladığım ara başlıktaki gibi bir beyit yazmak güzelliğini yaşamak istemez miydiniz? Keşke Bryan Magee'nin Felsefenin Öyküsü kitabının yazı dünyası için bir versiyonu olsaydı, o zaman işimiz çok kolaylaşırdı. En azından hangi yöne gideceğimizi bilir, kaybolmazdık.

Öyleyse kendimizi tanımanın dışında bir başka anahtar kelimeyi de bulduk: Yön.

Bu noktadan sonra geriye kalan şeyleri bulmak için daha sağlam adımlar atabiliriz. 

10 Ağustos 2017

Zamanın Ruhu


"Elmas gibi tıraşlı büyük bir zar şeklinde mürekkep hokkası, su veya buzun donuk mavi rengini veriyordu. Oklu kirpinin sert kıllarından kalem sapları, o belli belirsiz yağlı tonlarıyla hayvani bir hayatın görünüşünü yansıtıyorlardı. Çubuk halindeki mühür mumunun çiğ kırmızısı, mürekkep ucu kutularının renkli vinyetleri, makasın soğuk çelik parıltısı, sigara tablasının cila ve yaldızı, kâğıt bıçağının bronzu... Bütün bu faydaya ve güzelliğe hizmet eden öteberi, masanın üstünü hemen bir sürü şeyle örtüverdiler. Bu bolluk içinde, göz, bir bir oyalanıyor, bir izlenim, bir anı, bir ilham yakalamaya çalışıyor, sıkılmıyordu." 

August Stringberg, Açık Deniz Kenarında, Everest Yay., 2016, s.43


Kitap 1890'da yayımlanmış, günümüzdeki kalemlere benzer dolmakalemin patenti daha 6 yaşındaymış, sayfa kenarına küçük işaretler çizdiğim Sailor kalemin doğuşuna (1911) ise daha 21 sene var. 

Zamanın ruhu masamızda geziniyor.

08 Ağustos 2017

Açık Deniz Kenarında Kaybolma Kılavuzu

İstanbul, 2017
August Strindberg (1849-1912) çok yetenekli ve kafası çok karışık bir sanatçıymış.

Daha çok oyun yazarı olarak biliniyor olsa da August Bey, tiyatro dışında pek çok konuyla ilgilenmiş aslında; kendisi aynı zamanda bir ressam, deneyler yapmayı seven bir fotoğrafçı (fotoğraf makinesi ve lens kullanmadan gökyüzünün fotoğrafını çekmeye çalışmış mesela), şair ve roman yazarı.


August Strindberg, otoportre, 1886
Behçet Necatigil çevirisiyle ışıldayan Açık Deniz Kenarında isimli kitabı ise bu mevsimde düşüncebi bile insanı serinleten deniz üzerine düşünmek için çok iyi bir fırsat sayılabilir.

Ben de öyle yaptım, fakat deniz öyle bir şey ki kahve, mürekkep derken Rebecca Solnit üstadın Kaybolma Kılavuzu isimli kitabına kadar geldim. Çünkü Açık Deniz Kenarında kitabıyla Kaybolma Kılavuzu arasında bağ kurmak da pekala mümkün.


August Strindberg, otoportre, 1886
"Kimliğin çakılıp kaldığı coğrafya katı bir yer değildir; onu kayalar ve topraklardan ziyade tıpkı şarkılardaki gibi, anılar ve arzular oluşturur." diyor ya Solnit, Açık Deniz Kenarında tam da böyle bir coğrafyadan ibaret, yani anılar ve arzularla dolu bir kitap, okumak, yazmak ve düşünmek için biçilmiş kaftan.