06 Kasım 2014
Mektubun icadı
Mektup, yazıdan sonra insanlığın en büyük icatlarından biri. Ancak tarih boyunca, bütün icatlar gibi çoğunlukla kötülerin elinde kaldı ve genellikle kötüye kullanıldı. Örneğin güç sahibi olmak isteyen din ve siyaset canavarları mektuplar aracılığı ile iktidarlarını pekiştirmek istedi, patronlar ve soylular ise daha çok para elde etmek için emirler verdi, böylelikle müzelerde sergilenen anlamsız kanıtlar hazırlandı veya kötülük mektupları daha küçük canavarlar yarattı.
Saf mektupların --insanın tek gerçek zenginliği olan arzularını ve düşüncelerini yazmış olduğu mektupların-- sayısı çok azdır. Neyse ki saf mektup, başka mektup türleriyle yarışmak zorunda değil artık ve daha kolay yollarla yazabildiğimiz için (kısa mesaj ve e-posta) ihtiyaç duymadığımız bir şey haline geldi. Mektuptan daha kolay bir yöntemin olmadığı zamanlarda mektup yazmanın pek de özel bir anlamı yoktu. Tıpkı piramitleri yaptıran firavunların ve mimarların daha başka bir biçime ihtiyaç duymaması gibi, harika bir fikir vardı zaten ve o geliştirilmeliydi. Bugün de çok sevdiğimiz bilgisayarla veya telefonla bir elektronik metin göndermenin büyütülecek bir tarafı yoktur, çorap gibi sıradan, gündelik bir şey bu, yeni tarzımız böyle artık ve biz insanlar böyle hep yeni şeyleri seviyoruz. Her sene daha hızlı ve daha ince olan makineler üretilecek ve böylece biz de gerçek anlamda mektup yazma kültüründen uzaklaşacağız. Her sene daha hızlı olmalıyız, her sene yeni şeyler elde etmeliyiz. Her sene yeni kurbanlar vermeliyiz. Her sene gülümsemeliyiz, ilaçlar almalıyız. Her şey mutluluğumuz için her şey bizim iyiliğimiz için.
Mektup bütün bu tuhaflıkların karşısında felsefi bir düşünce ve biçimdir. İçinde bulunduğumuz dünya normal ise mektup değildir. İnsan doğasına aykırı bir icattır mektup. Çünkü insan tabiatı gereği beklemeyi sevmez, tuhaf geleneklere ve olmayan şeylere inanmayı çok sever. Saf mektup, bütün bunların karşısında özel bir anıttır, saydamdır, kırılgandır. Saf mektup Nietzsche gibidir, düşünür düşünür düşünür. Yaşayan kimse hakiki bir mektup yazamaz, saf mektup onu yazacak kişiyi bulur ve kendini yazdırır.
En güzel mektuplar belki de gönderilmemiş olanlardır. Göz, günlük hayatımızın gözü, çok kirli, çok hırslı, çok zalim. Hem zaten mektup okumaya ve yazmaya vakit yok. Cep telefonu uygulamaları, televizyon, arabalar, turizm, müzik, sinema, din, siyaset ve diğer "iyiliğimiz için olan her şey" bizim o güzel vakitlerimizi alıp nereye götürüyor?
Ulaştırma ağı, tablet bilgisayarlar, toplu konutlar, dizüstü bilgisayarları, restaurant'lar, barlar ve cep telefonları geliştikçe, yenilendikçe ve insanlar kendilerinden uzaklaşıp bunlarla oyalandıkça, bir azınlığın ortak sevinci olan mektubun ve kalemin hakiki çağı devam edecek.
30 Ağustos 2014
Bir Yazı Özlemek
Lamy 2000, eski ile yeni bir arada. |
Özlemek bir yazıdır.
Kâğıda düşen her mürekkep damlası yekpare geniş bir zamana yayılır. Mürekkep gibi akışkan suda dağılır özlemek.
Bizi biz yapan geniş vakitlerdir, dar vakitlere sığmaz düşünenler, yazanlar, saatlerine bakanlar, kitap okuyanlar. Kalıplara sığmaz şiire inananlar, dünyanın delirmesine üzülenler.
Her damla kağıda düştüğünde yayılan dalgalar bizim küçümen iklimimizde rüzgârlar estirir. Özlemek çiçek gibi açar da eğer yazılmaz ise karanlık bir kuyuya dönüşür. Kışa benzeyen özlemler korkutucudur, kimse yaşamasın. Kar, soğuk, buz biriktirir, ellerimiz donar, yazamayız. Yaz gibi olsun bütün özlemler, ısıtsın, mutlu bitsin, güneşli olsun, bir sahil kenarında kitap okumak gibi olsun. Özlemek bir yaz olsun.
Yazının dertlerinden biri kalbin kapılarını aralamak, içeride ne var diye bakmak. O yüzden aklımıza hiç gelmeyen şeylerin bir yüzeyde belirgin olması şaşırtıcı gelebilir bazen. Özlemediğini düşünsen de özlüyorsundur belki. Öyleyse yaz, öyleyse oku. Belki özlediğin bir romanda, bir öyküde, bir şiirde karşına çıkacak. Belki de bir fotoğraf olacak, bir resim, bir heykel olacak. Özlemek bir sanattır. İnsanlık müzesinin en hüzünlü bölümüdür.
Yazı, özlemektir. Nereye varmak istiyorsan orasını düşünmektir. Bir gün, bir saat, bir hafta, saatin ibreleri bizim gözlerimizle takip ettiğimiz kıyıya çarpıp duran dalgalara benzer.
Ne vakit olursa olsun, içimizdeki, kolumuzdaki saatin yalnızlığında, kadranında harfler ve sayılar vardır, farkında olmasak da özlemenin yazısı büyür içimizde.
Bir yazıdır özlemek.
30 Temmuz 2014
Kimi saatler bizi başka vakitlere
Nisan 2009, Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi. |
Kimi saatler bizi başka vakitlere götürür.
Alıştığımız saatler zamanı gösterirken bazı saatlerin kadranı yoktur, çıplaktır. Bir saate, saatlere alışmak, ölümsüz olduğumuzu zannetmeye yol açar. Çoğu saat zaten bize hiç aldırmadan çalışır. Çok az saatin bize ayıracak vakti vardır. Ömrümüz, "kendi saatimizi" aramakla geçer. Oysa, o saati bulduğumuz zaman çok yaşamayacağız. Öyle bir şey ki aramayınca da bulunmuyor. Aramayınca, yaşanmıyor. Saate bakmayınca kusursuz olduğumuzu düşünebiliyoruz. Yaşamayınca, bulunmuyor.
Kimi saatler bizi başka insanlara götürür.
Bildiğimiz, tanıdığımız insanlar bize nasıl olduğumuzu sorarken, dünyaya bir uçurumun kıyısından bakan insanlar, bizim nasıl olduğumuzu bilir. Onların yanında biz çıplağız, saklanamayız. Onların saatlerine, onların uçurumlarına bakınca, kendimizi bulur muyuz?
Kimi bakışlar bizi başka saatlere götürür.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)