yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2017

Yazı ile Fotoğraf



Hakiki bir yazı ile görüntüsü birbirinden farklıdır. Fotoğrafçılıkla da ilgilendiğim için daha iyi biliyorum, iğne ucuna benzer incecik bir ucun bulunduğu bir fotoğraf ve o uçla yazılmış yazılar göze o kadar hoş görünmüyor. Bu nedenle ister istemez bir zorunluluk gibi karşınıza çıkan hemen bütün bloglardaki fotoğraflarda gösterişli ve kalın uçların görüldüğü yine bu kalemlerden çıkmış yazıların olduğu fotoğraflar vardır. Oysa gerçek hayat öyle değil, hepimiz günlük hayatta yazılarımızı aynı uçla yazmıyor, aynı uçları beğenmiyoruz.

Oysa hakikatte uzun uzun yazı yazmak için ince uçlar daha elverişli diye düşünüyorum. (Tabii ince uçların da farklı türleri var, ben rapido denilen teknik kalemleri de günlük yazı yazmada kullandığım için genel geçer bir kaideden söz etmiyorum.)

Demek istediğim (benimki de dahil olmak üzere) sadece fotoğraflara kanıp bloglara o kadar da itibar etmeyiniz, asıl önemli olan sizin kendi tecrübeniz ve zevkinizdir.

23 Şubat 2017

Dolmakalemin Ucunda



Yazının ruhu, denizci ve tüccar Fenikeliler sayesinde, 22 harf ile Akdeniz sularında yayılmaya başladı ve yeryüzü kültürünü genişletti. 

Bence kalemin ruhu ise ucunda ve mürekkeple olan ilişkisinde barınıyor. Kâğıt üzerinde gezinirken bizim ruhumuzu da inceltiyor, tıpkı mürekkep gibi incecik bir tabakanın içinde yayılıyoruz.

Geçenlerde bir kitapta yazının tarihiyle ilgili bir bölüm okurken dayanamayıp bir hatayı düzelteyim istedim ve Fenikelilerin ilk harfini çizdim.

Fotoğrafta da görüldüğü gibi kâğıda dokunan ucun çizdiği bir başka çizgi var, harfin içinde bir başka harf daha var, çizginin özü, mürekkep oradan yayılıyor.



Kültür ve sanatın da benzer bir temeli var, her şey orada kendine bir yer buluyor ve barınıyor: Güzellik, çirkinlik, incelik, kabalık derinlik, sığlık, bilgi, bilgisizlik.

Ben buna görgü diyorum. Çivi yazısı olmasaydı, belki kavramlar seslere dönüşemeyecekti, mağara duvarlarındaki resimler olmasaydı belki de fotoğraf makinemiz olmayacaktı, uygarlık bir başka yönde ilerleyecekti. Görgü, kalemin bıraktığı belli belirsiz iz gibidir. İsteyen bundan kendine güzel bir elbise çıkartır, isteyen üstündekileri yırtıp atar.  

25 Kasım 2015

Yazı Geldiğinde

Dr. Oliver Sacks (Kaynak: brainpickings.org, fotoğraf: Lowell Handler)

Yazı, insanı işte böyle yüzünde bir tebessümle elinden yakalar ya da insan yazı geldiğinde onu böyle elinden tutup bir kenara çekmelidir.

Yazı insanı, yazabildiğinde yeni uyanmış ama dünyanın içinde başka bir yerde uyumuş da düş kitaplarının arasında uyumuş gibidir, yazı geldiğinde orada olmak ister.

Bilge doktor rahmetli Oliver Sacks da yukarıda adı geçen milletin bir yurttaşı olduğundan bir gün yazı geldiğinde yine heyecanlanmış, eldivenlerini çıkartmış, çantasını, şemsiyesini hemen yere atmış ve defterini çıkartıp yazmaya başlamış. 

30 Ağustos 2014

Bir Yazı Özlemek

Lamy 2000, eski ile yeni bir arada.


Özlemek bir yazıdır.

Kâğıda düşen her mürekkep damlası yekpare geniş bir zamana yayılır. Mürekkep gibi akışkan suda dağılır özlemek.


Bizi biz yapan geniş vakitlerdir, dar vakitlere sığmaz düşünenler, yazanlar, saatlerine bakanlar, kitap okuyanlar. Kalıplara sığmaz şiire inananlar, dünyanın delirmesine üzülenler. 


Her damla kağıda düştüğünde yayılan dalgalar bizim küçümen iklimimizde rüzgârlar estirir. Özlemek çiçek gibi açar da eğer yazılmaz ise karanlık bir kuyuya dönüşür. Kışa benzeyen özlemler korkutucudur, kimse yaşamasın. Kar, soğuk, buz biriktirir, ellerimiz donar, yazamayız. Yaz gibi olsun bütün özlemler, ısıtsın, mutlu bitsin, güneşli olsun, bir sahil kenarında kitap okumak gibi olsun. Özlemek bir yaz olsun.


Yazının dertlerinden biri kalbin kapılarını aralamak, içeride ne var diye bakmak. O yüzden aklımıza hiç gelmeyen şeylerin bir yüzeyde belirgin olması şaşırtıcı gelebilir bazen. Özlemediğini düşünsen de özlüyorsundur belki.  Öyleyse yaz, öyleyse oku. Belki özlediğin bir romanda, bir öyküde, bir şiirde karşına çıkacak. Belki de bir fotoğraf olacak, bir resim, bir heykel olacak. Özlemek bir sanattır. İnsanlık müzesinin en hüzünlü bölümüdür.


Yazı, özlemektir. Nereye varmak istiyorsan orasını düşünmektir. Bir gün, bir saat, bir hafta, saatin ibreleri bizim gözlerimizle takip ettiğimiz kıyıya çarpıp duran dalgalara benzer. 


Ne vakit olursa olsun, içimizdeki, kolumuzdaki saatin yalnızlığında, kadranında harfler ve sayılar vardır, farkında olmasak da özlemenin yazısı büyür içimizde. 


Bir yazıdır özlemek.

23 Haziran 2014

Kalem, Kâğıt, Mürekkep



Her kalem bir ruha karşılıktır, her mürekkep bir vaktin görüntüsü.

Mürekkep kendi rengine bakmaz oysa, ona bakanlar kendilerini görürler. Mürekkep kendi inancını yaşar ve kimseyi güzelliğine inandırmak zorunda değildir. Kâğıt anlasın yeter.

Kâğıt ise içbükey bir zemindir.

Peki ama kâğıt ne anlar benden, senden? Ne anlar kırık bir kalbin öfkesinden, acısından ne anlar? Hiç anlamaz olur mu? Kâğıt, ilgilenmiyormuş gibi görünüp aslında içten içe dertlenen bir varlıktır. Ağlamıyormuş gibi görünüp, gözlerini kapatan, yalnızlığını içine döken birisidir. Sevilmediğini düşünüp, ölmeye yatan bir kahramandır kâğıt. Erikli tavuk yazın üstüne, gülümser. Dilinin ucuna gelen bir kelime yoktur.

Merdivensiz bırakıldığımız kör bir kuyudur kâğıt. Rengine aldanmayalım. Beyazın bir yerde insanı görmez ettiğini bilmemiz gerekir. Ancak karanlıkta açabiliriz gözlerimizi. Ruhumuzun kalemi uykuya doymaz, dünya üzerinde nasıl bir iz bıraktığını anlamaz bile bazen. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'da bu durumu anlatmıştı.

Kağıt ile toprak arasında bir benzerlik var. Toprak kendi başına olmaktan mutlu, biraz su olsa hiç fena olmaz, yine de susuz da şekil değiştirip yine aynı yerde durabilir. Toprak kimseye ihtiyaç duymaz ama ağaçlar öyle değil. Onlar hem toprağa hem suya muhtaç. İnsan da ağaca benzer bir halde yaşıyor. Kâğıt beklemeyi biliyor, umurunda bile değil denebilir mi? Denemez.

Tabiat kâğıttır. Her yağmur, her fırtına bir iz bırakır üzerinde. Zaman, yalnızlık ve yalnızlığın her ilacı bir iz bırakır. Dokunuş bir ilaçtır. Kâğıt, özlem doludur, ağlamaz, kendini yerden yere vurmaz, ne kadar yalnız olduğunu hiç söylemez, suskundur, konuşmanın anlamsızlığını anlamış susmuştur. Kalem anlasın ister belki, mürekkep kendisini bilsin ister.

Mürekkep insanı bekler, onun kendine has bir şiiri vardır. Kâğıda sarılmak isteyen şiirdir mürekkep.

Güzel bir iz bırakmadan geçmek olmaz. İzler hiç silinmese de, her defasında bu izleri okumak bazen mutluluk bazen acı verse de, yine de izler önemlidir, "bir bakış bile yeterken" kimi izler yakıcıdır.

Bizler kalem gibiyiz, dünya defter gibi.

Her kalem bir gün kırılır. 

Mürekkep uçar, mürekkep dökülür.

Yazının da sonu var, o da unutulur. 

Kâğıt uzaklara dalıp gider, bir yangına kadar.

Mürekkep bizim arzularımız, kalem aynamız.

Boş defter olmaz olsun.


18 Mart 2013

Kağıttan Gömlek




 
Fotoğrafta görülen satırlar, 1943 tarihli 'Vadim o kadar yeşildi ki' isimli meşhur romanın arka kapağına yazılmış. 

Kitabın sinema uyarlaması daha ünlüdür ve yönetmeni bilinir de Richard Llewellyn isimli yazarı pek bilinmez. Çevirmenler Metin Toker ve Emir Kökmen. İkinci Dünya Savaşı bütün hengamesiyle sürerken böyle zorlu bir zamanda bu kitabı yayınlayan ise, 'İktisadi Yürüyüş Matbaası ve Neşriyat Yurdu'. Kitabı sahafları gezip böyle ganimetler bulmaya çok meraklı bir arkadaşımdan almıştım. Kendisinin bu kitapla ilgili enfes bir yazısı var. Ama benim derdim kitapla ilgili değil, kitabın arkasındaki cümlede:

"Ruhum ellerde dolaşan kadehler gibi boşalmış durmaktadır" cümlesi uzun zamandır kitabın arkasından bana bakıp duruyor.

Böyle muazzeb cümlelerle olmadık yerlerde karşılaşınca şaşırıyorum. Düşünmeden edemiyorum, biz yazarken ne yapıyoruz aslında? Okuyanlar ne düşünüyor?

Elimizde sevdiğimiz bir kalem ile yazıya başlarken, yazıya karışırken, yazıyla hemhâl olurken, aslında çıplak gibiyiz. Düşünmek zaten kendi başına bir mülk. Zihnimizden geçenler ise mürekkebin akışkanlığında, olgunluğumuz ve tabiatımızla uygun bir hızla kağıda dökülürken biz üşüyoruz ve çıplak gibiyiz. Bazen bir çıkış bulamayıp, dünyaya razı oluyoruz. Küçük isyan cümlelerinden öteye gidemeyip, bizi daha aşağıya çeken vasata teslim oluyoruz, küsüyor ve daha iyi bir hayat istemiyoruz, sanki çıplak gibiyiz.

Ama başkaları da var.


Kimi bir kenarda solgun bekleyen, kimi kısık ateşte kavrulan başka türlü beslenen, başka türlü konuşan güzel insanlar var. Onlar ipekten yapılmış kederli gömleklere bürünüp yazıyor. Onlar yazmakla kalmayıp hayatımızı daha mânâlı kılıyor. Onlar, cümle acılara, insanın çiğliğine katlanabilme gücü veriyor. Onlar yazıyla bize yaklaşıyor, bizi iyileştiriyorlar.

Ne zaman dertli harflerle karşılaşsam, yazana katlanabilme gücü diliyorum. Yazıyla, çiziyle  uğraşan her insan dertlidir. Derdi olmayan zaten başka bir yerde geziniyor.

Yazı yazmak öyle bir hâl ki, hâlimizin, kalbimizden geçenlerin görünmesi için, akıldan sızması gereken harflerin, görünmeyen, gizli dehlizlerden çıkarak, kağıttan gömlek giymesi gerekiyor. 

Harflerimiz, kağıda döküldükçe, önceki harflerin yanına dizildikçe biz de örtünüyor gibiyiz, kağıda ve harflere bir aynaya bakar gibi bakıyoruz ve o zaman sanki çıplak değiliz.


Detay, Halim Efendi'nin Meşk Murakkaı, Kubbealtı, 2011

20 Temmuz 2012

Herkesin el yazısı farklı

Cumhuriyet Bilim Teknoloji eki, 20.07.2012, sayfa 16.


Her cuma günü Cumhuriyet'in Bilim Teknoloji ekine bakarım. Özellikle 'İlginç Sorular' köşesini okuyorum, çünkü bu köşe çoğunlukla günlük hayatta merak ettiğimiz konularla ilgili oluyor.

Bu sabah yine aynı köşeyi açtığımda el yazısıyla ilgili bir soru ve yanıtla karşılaştım. İnsan ister istemez el yazısı hakkında düşünüyor.

Çünkü el yazısı çok ilginç bir konu. 'El yazısı' bilimsel çalışmaların yapıldığı bir alandır, fakat aslında bir bilim dalı değil. Yazıbilim (grafoloji) yoluyla kişilik ve ruh hâli analizi yapıldığı söyleniyorsa da neticede yoruma dayalı bilgiler elde edildiğinden kuşkulu sonuçlar ortaya çıkıyor.

El yazımızın kıymetini bilelim.

Her insanın el yazısı canlı bir sanat eseridir.

Ünlü casus Mata Hari’nin elyazısı.
via http://commons.wikimedia.org
Ünlü casus Mata Hari’nin elyazısı.

13 Aralık 2010

Mürekkepsiz dolmakalem ile Ömer Hayyam

Mürekkep içmemiş kalem Ömer Hayyam'ı da bilmez.

Kimi kalemlerin fotoğraflarına bakmak en büyük meraklarımdan biri. Gördüğüm fotoğraflarda Mürekkebin tadına bakmamış kalemlerin çok tuhaf göründüğünü düşünmeye başladım. Pırıl pırıl olan ve dolmakalemin ucu ilk alındığı günün havasını taşıyan kalemleri sevmiyorum.

Bir de mürekkepten uzak durması yeğlenen kalemler var. Geçen gün kutusunda limitli üretim bir dolmakaleme rastladım. Kalem şahane elbette, fakat üzerindeki bir heykelden yola çıkılarak yapılan metal çıkıntılardan dolayı hem yazı yazmak zor hem de mürekkebe bulaşması belli ki hiç istenmeyen türden bir havası var, yani yazı yazılmak için yapılmamış, bu kalem koleksiyonluk bir nesne sadece.

Garip ama gerçek: Kalem kullanmayan koleksiyoncular var dünyada. Kullanmayabilirler elbette, paşa gönülleri bilir, ancak yine de tuhaf buluyorum. Bununla birlikte kitap okumayan kitap koleksiyoncuları olduğu gibi, yazı yazmayan dolmakalem koleksiyoncularının olması da doğaldır sanırım.

Oysa mürekkebi bilen kalem öyle soğuk durmaz, öyle uzaklara bakmaz, Ömer Hayyam yazmamış mıydı?

"Geçmiş günü beyhude yere yâd etme
Bir gelmemiş ân için de feryad etme
Geçmiş gelecek masal bütün bunlar
Eğlenmene bak ömrünü berbad etme"

Ben, büyük şairimiz Orhan Veli'nin bu Hayyam çevirisini yazmayı seven biri olarak birazcık değiştirerek söylüyorum:

Geçmiş günü beyhude yere yâd etme
Bir gelmemiş ân için de feryad etme
Geçmiş gelecek masal bütün bunlar
Yazmana bak ömrünü berbad etme

(Hem canımız çevirmenimiz ve şairimiz Orhan Veli'yi, hem de matematikçi, astronom, filozof ve şair Ömer Hayyam'ı sevgiyle saygıyla analım.)

05 Aralık 2010

Beatles ile yazmak

Kuşkusuz müzik ayrı bir dünya. Yıllardır salt piyano ile icra edilen müziğe tutkunum ben. Ama Beatles kendimi bildim bileli aklımın bir kenarında hep durur. Hem Beatles zaten bırakılmaz hiç, hele hayatınızda özel bir yeri varsa. Ne zaman bir Beatles şarkısı duysam nemlenen gözlerimi kapamak isterim, hatıralar bırakmaz, ömrümün sonuna kadar da Beatles dinleyeceğim.

Beatles hayranları, eski zamanlar...

Öyle şeyler çıkıyor ki insanın karşısına, bir fotoğraf, bir kalem, beni durmadan Beatles'a taşıyor. Dönem dönem değişik müziklere daldım, blues dinledim, bir ara çok gürültülü şarkılara bile dadanmıştım (şimdi başım ağrıyor, dinleyemiyorum) fakat ne dinlersem dinleyeyim, Beatles silinmeyen bir yazı gibi kazınmış meğer, hep kendini su yüzüne çıkarıyor.

Bunları yazarken keşke ülkemizin müstesna değerlerine adanmış dolmakalemler olsaydı diye düşündüm. Kalbimizin, ruhumuzun şairi Turgut Uyar adına, her şeyin şairi İlhan Berk adına; parkların, otellerin, çağrılmayanların şairi Edip Cansever adına, hep aşkın şiirini yazmış Cemal Süreya adına; dünyanın her köşesine şiirleri sızmış Nazım Hikmet adına dolmakalemler üretilseydi harika olmaz mıydı?

Ayrıca hat sanatımızın babası Şeyh Hamdullah adına, büyük hattat, ebrucu, mürekkepçi, mücellit ve gül yetiştiricisi eşsiz bir insan olan Necmettin Okyay adına, diğer büyük hattatlarımız adına dolmakalemler üretilse muhteşem olmaz mıydı?

Thomas Mann adına muazzam güzellikte bir kalem var mesela.

Beatles böyledir işte, uzak yerlere sürükler insanı...

27 Kasım 2010

Mürekkep şişesinin gölgesinde düşünceler



Belki değişik bir mürekkep bulurum diye gezinmeye ve yeni deneyimler edinmeye devam ediyorum. Tabii aradığım hiçbir şişeyi bulamadım yine. Bir de kırtasiyecilerin şişenin kapağını açıp mürekkebi göstermeye yanaşmaması çok garip bir tutum, gezdiğim yerler arasında bir tek Panter Kırtasiye şişeleri açıp bir kağıda yazıp mürekkebin rengini gösterdi. Orada da istediğim mürekkep yoktu, gerçi pek şık mürekkep şişeleri vardı ama bunlar daha çok süs amaçlı mürekkeplerdi, fiyatlar da yüksekti biraz.

En çok rastladığım ve garip bir şekilde çok popüler olan şey hediyelik kuştüyünden kalemlerin ve minik mürekkep şişelerinin bulunduğu setler! Bu kuştüylü kalem setleri aslında yazma amaçlı değil. Fakat demek ki çok satılıyor.

Buradan yazıyla ilişkinin çoğunlukla 'göstermelik' olduğu sonucuna varıyorum. Tıpkı bu setlerdeki mürekkep şişeleri gibi hiç açılmayacak veya bir hevesle deneme yapıldıktan sonra masadaki yerine konacak şişeler ve ergonomik olmayan süslü kalemler gibi yazıya uzak bir hayat sürüyoruz galiba.

Oysa yazı bir şenliktir, güzelliktir, keşiftir, insanın kendisine ve tarihine açılan bir kapıdır. Halis ve akıcı mürekkeple dolan kalemler akacak kâğıtlar bulursa hiç durmaz emin olun.

Canları sıkılan, hayattan bezmiş, günlük yaşantının içinde eriyip duran, çeşitli -hiç bitmeyen ve bitmeyecek olan- işlere teslim olmuş, yaşama sevincini kaybetmiş insanlar! Onlar küçük güzellikleri de görmezden geliyor, mürekkebi kurumuş ve tıkanmış bir kalem gibi hiç uyanmayacağı kötü bir rüyada yaşıyor ve karmakarışık bir hayatın ortasında olduğunu düşünmüyor! Uyanmak gerek. İstemek gerek. Biraz bilgi ve biraz da tebessüm gerek.

İyi tasarlanmış bir mürekkep şişesi, yine süs için değil yazmak için tasarlanmış bir dolmakalem, kalemi küstürmeyecek bir kağıt, popüler olduğu için değil gönülden okunacak bir kitap, kaliteli bir hayat sürmek için yeterli.

Kalemin markası, mürekkebin rengi, kağıdın-defterin cinsi size kalmış artık.



 
Bethge (J. Herbin)


Pelikan Edelstein
Montegrappa

Montblanc
 

24 Eylül 2010

Kutsal mürekkep

Doğu imparatorlarının fermanlarını imzalamakta kullandıkları erguvan kırmızısı mürekkep.


Axis 2000, Ansiklopedik sözlük, cilt: 4, s. 2394.