yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2017

Yazı ve Moebius



Dünyalılar delirmiş gibi koşarken, yelkovana dakika ibresi, akrebe saat ibresi diyenlerin sayısı hayli artmışken, ağaçların ruhunu merak edenlerin sayısı da tersine bir hızla azalıyor. Bu durumda yazı yazmak, daha doğrusu yazmaya çalışmak tuhaf bir eylem. Yazının yan etkisi, kendimizi, kendi memleketimizde, kendi dünyamızda yabancı bulmak gibi sonuçlara yol açabiliyor.

Moebius (Jean Giraud) düşünen, yazan, çizen insanı göstermiş bize.

Böyle bir zamanda sükuneti muhafaza etmek, harflere, kelimelere ve cümlelere, giderek paragraflara odaklanabilmek de giderek artan zorluklardan.

Oysa başımızı gömdüğümüz küçük parlak ekranlarda hep yazı var, nereye baksak bir fotoğraf geliyor bir yerlerden.

Belki de görmek için gözlerimizi kapatmalıyız.

17 Mart 2017

Üşenme, Yaz

Marguerite Yourcenar, Hadrianus'un Anıları, Adam Yayınları, 1984 (Adam Yayınları artık yok, Helikopter Yayınları bu kitabın çok güzel bir baskısını yayımladı. Fakat Yourcenar deyince aklıma Zenon gelir. Yeni baskısı yok, zor bulunur ama müthiş bir kitaptır, düşünen her kişiye lazım.)


Teknoloji bizi ele geçirdikçe daha bir üşengeç oluyoruz galiba. Eskisinden daha az yazıyorum mesela. Bir dengesini de bulmak istiyorum, yardımcılar olmadan dengeyi kurmak zor ancak iyi ki kitaplar var. Düşünceleri iyileştirici, uyandırıcı (bugün de uyku günüymüş!) olmayan insanlar çok yanıltıcı oluyor. Ne yazık ki her köşede bu insanlardan bir tane var. En tehlikelileri de örgütçü olanlar (aşırı özgüvenlerinden, bilmedikleri hiçbir konunun olmayışlarından onları hemen tanırsınız). Ben düşünce olarak hiçbir yapılanmaya uzun süre dayanamıyorum. Bireyin özgür ruhunu ele geçirmek isteyen her türlü acı-tatlı baskıyı yıkmak gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki örgütçü insanların kendilerini çok sevdirmek ve hemen yandaş toplamak gibi bir özellikleri vardır. Benim gibi bireysel takılanlar ise her zaman yalnız kalır. Şüpheci bir yanım olduğundan insanları uyarmak istesem de kimseyi ikna edemiyorum. Bu insanları telefon dolandırıcılarına benzetiyorum. Hani binlerce liralık birikimlerini, evlerini, arsalarını dolandırıcılara kaptıranlar vardır ya. Onlar telefonda konuşurken, "seni kandırıyorlar" deseniz de ikna olmazlar. İnsan tuhaf bir varlık. Çoğu insan kötüyü yüceltmekte, kötülüğü sıradanlaştırmakta yarıştığı halde bu durumun farkında bile değil. Kaçmak, uzak durmak gerek.

Ben de her fırsatta kitaplara sığınıyorum. Okumak büyük devlet. İyi kitaplar okudukça da yazası geliyor insanın. Meslek hastalığı galiba (arşivciyim) yazdığım, okuduğum her şeyin kenarına bir tarih karalarım. Sahaflarda karşıma çıkan bazı kitaplarda da yazılmış tarihler görüyorum. Bu tarihler zamanın içindeki yolculuklar gibi.

Geçenlerde, Pierre Assouline üstadın yazdığı, Yüzyılın Gözü Henri Cartier-Bresson kitabını ikinci kez okudum (YGS Yayınları, 2007) efsane bir eser. Sevdiğim insanların biyografilerini okumaya bayılırım. Kitabın sonundaki sayfaya baktığımda 2007'nin son aylarına ait bir tarih yazdığımı gördüm. Böylece 10 yıl sonra aynı kitaba bir kez daha döndüğümü, yeniden okumakla çok mutlu olduğum için iyi bir şey yaptığımı anladım. Böylece ikinci tarihi ekledim. Benden sonra okuyanlar da bu tarihleri görecekler. Bu da bende tarif edemeyeceğim bir duygu uyandırıyor. Zamanda bir çeşit bağlantı. İnce bir bağ. Dünya üzerinde olmasak bile nesneler aracılığıyla haberleşme olanağı.

Eskiden kütüphanelerden aldığım kitapların arkasındaki kâğıt cebin içinde benden önce okuyanların isimlerini ve kitabı ödünç aldıkları tarihi gösteren kartlar bulunurdu. O kartları da ayrı bir severdim. Mürekkebin kâğıda düşerken izlediği yollara, isimlere, sayılara bakar dururdum. Ben de onlardan biriyim derdim. Bu kitabı okurken yalnızım ama aynı kitabı okuyan kardeşlerim, arkadaşlarım var, demek ki aslında yalnız değilim diye düşünüyorum.

Kendime her gün şöyle sesleniyorum: Üşenme, düşün. Üşenme, yaz.

03 Mart 2017

Haritada Bir Nokta


"Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım"  

Sait Faik Abasıyanık, "Haritada Bir Nokta", Son Kuşlar, Varlık Yayınları, 1952, s.64

Aziz yazarımız ve şairimiz Sait Faik'in Haritada Bir Nokta isimli öyküsü böyle biter. Son cümlesi, öykü ve roman yazma heveslileri arasında oldukça popülerdir. Ancak klişe olması, ilgili ilgisiz nedenlerden dolayı çok fazla didiklenmiş, hırpalanmış olması değerini de hiç düşürmez. Defalarca okudum, okuyorum, lezzeti, duygusu değişmiyor. Her okuduğumda siyah beyaz bir fotoğraf canlanıyor gözümde, başka bir zamana dalıp gidiyorum.

Ben de hep düşünürüm ve kendime sorarım; yazmasam ne olurdu? Elbette hiçbir şey olmazdı. Çoğumuz için böyledir. (Ancak bazı insanlar var ki onlar için böyle bir şey söylenemez, onlar olmazsa biz, kendimiz olamayız, bizi biz yapan kıymetlı yazarlarımız, şairlerimiz var: Sait Faik, Refik Halid, Abdülhak Şinasi, Ziya Osman Saba, Sabahattin Ali, Samiha Ayverdi, Ahmet Rasim, Halit Ziya, Reşat Nuri, Mithat Cemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Safiye Erol, Yaşar Kemal, Salah Birsel, Nurullah Ataç, Turgut Uyar, Edip Cansever ve günümüzden Şule Gürbüz ilk aklıma gelenler. İsimlerini böyle sayıp dökmek hoşuma gidiyor da ondan yazdım.)

Bazı insanlar ise hiç yazmasa da olur elbette. Başıma öyle şeyler geldi ki ben bile inanmakta güçlük çekiyorum; o vakitler saçımı başımı yolup, kalemi, defteri, kitabı ne varsa atıp, onlar yazıyorsa ben yazmayayım, onlar okuyorsa ben okumayayım istedim.

Fakat öyle olmuyor işte. Bir daha dolmakalem, defter almayacağım demiştim, sonra güzel bir kalem, hoş bir defter görünce içim gitti, aldım. Bir daha kitap okumayacağım dedim, Şule Gürbüz'den, Safiye Erol'dan ve sevdiğim yazarlardan, şairlerden bir iki cümle aklıma düştü, "ah" deyip kitaplara koştum. 

Haritada bir nokta bile değilim oysa.

“Duru lacivert gökte, sahneye dizilmiş koro heyeti gibi yıldızlar, birer birer görünerek yerlerini tuttular. Serince bir rüzgâr, önüne hanımeli ve mor salkım kokuları katmış, sürüyordu. Kuşlar, henüz susmuştu. Tabiat ağır ağır uyurken, gönüller uyanıyordu.”

(Safiye Erol, Kadıköyü'nün Romanı, Kubbealtı Neşriyat, 2001)

22 Nisan 2016

SALVADOR DALÍ'NİN GİZLİ DOLMAKALEMİ


Dali, 1942'de yayımlanan "Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı" kitabını yazarken, Hampton Manor, Virginia, 1941,
Fotoğraf/photo: Eric Schaal


Liseden mezun olup üniversiteye girdiğim 1992 yılında küçük "a" harfini düzeltmek için çok çabaladığımı hatırlıyorum, amacım daha güzel yazmak değildi, yazdığım harflerin daha şahsiyetli olmasını istiyordum sadece.
 
Seneler sonra bir gazetede, gömlek cebimdeki dolmakalemler ve elimde bir dosya ile yürürken, bir bölümün her şeyle alay etmesiyle meşhur müdürü beni durdurdu ve odasına çağırdı. 

 "Şu güzel kalemlerinle yaz bakalım buraya bir şey." diye buyurdu. Yanında çalışan ve fırsat buldukça öğle yemeklerine birlikte gittiğimiz arkadaşım da köşeden beni izliyordu.

Asaf Halet Çelebi'den bir dize yazdığımı hatırlıyorum ama neydi tam olarak bilmiyorum.  Belki de "ibrâhîm/ gönlümü put sanıp da kıran kim" dizelerini yazmışımdır, zaten konu ne yazdığım değildi, nasıl yazdığımdı. 

Bir peygamberin adını taşıyan müdür hazretleri yüzünde "hünerini göster bakalım" dercesine çarpık bir gülüşle yazdıklarımı inceliyordu, bitince baktı ve sonra tahmin ettiğim hükmünü verdi. "Madem yazın böyle kötü bu güzel kalemleri niye taşıyorsun?" dedi ve kahkahalarla güldü. 

Bense, "Hattat değilim ki, yazımdan şikayetim yok" deyip arkadaşıma döndüm ve müdürün görmeyeceği şekilde dil çıkarıp daha fazla alay edilmeden çıktım odadan. 

Dolmakalem taşımak eskiden bir eziyete dönüşebiliyordu, bir tür soytarı gibi görüldüğümü anladığım zamanlar oldu.

Öyleyse sözü Salvador Dalí'ye bağlayıp huzurdan çekileyim:
"Soytarı olan ben değilim, deliliğini gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın mantığın alamayacağı ölçüde sinsi, bönlüğünden bile habersiz toplum."

24 Şubat 2016

"Mehtabın ördüğü saatler nerde?"




YAĞMUR

Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde, 
Bir parça uzaklaş kederlerinden. 
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden, 
Mehtabın ördüğü saatler nerde? 
Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin, 
Yağmur ince ince toprağa sinsin, 
Bir başka âlemden gelmiş gibisin, 
Dalmış gözlerinle pencerelerde. 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar 
 
***

Fotoğraf ile şiir ilgisiz gibi.

Hayat böyle zaten, yazı yazarken insanın aklına bir yığın şey geliyor:

Mesela, "Okumak iptiladır, müptelalara selam."

Yahut Peter Bichsel'in yazdıkları:

“Kitabı kurtarmak için parmağımı bile oynatmam. Batacağı varsa batar. Benim kitaplarım var, evde. Onlar batmaz, orada duruyorlar işte. İnsanın neden kitap için bir şeyler yapması gerektiğini anlamıyorum. Kitaba ihtiyaç kalmazsa kitaba ihtiyaç kalmamış demektir. Kimi insanlar, kendilerini okur sayar. Sonra da, ‘Ben, bir doktorum’ derler, ‘Okumaya hiç zamanım yok’ Şimdiye dek bir alkoliğin, ‘Ben, doktorum, içmeye zamanım yok’ dediğini duymadım. Herhangi bir tiryakinin, ‘Aslında günde üç paket içerim ama şu sırada hiç zamanım yok’ dediğine de tanık olmadım. 

Bağımlılık nedir, ona dikkat çekmeye çalışıyorum. Okumak, harfleri yan yana dizmek ve bu harflerin ağaçlar ve evler ve insanlar ve anlaşmazlıklar ve güçlükler yaratması, bunların sadece harflerden oluşabilmesi gibi bir mucize, bu coşku, insanı bağımlı yapar, ya da yapmaz. Ve bir bağımlılık, ihtiyacı olan her neyse, ona ulaşmanın yolunu her zaman bulur ve dediğim gibi, eğer bir gün ortada kitap kalmazsa, evimde kitaplarım var, onların hepsini bir daha okuyabilirim. Ve hepsini bir daha okuyuncaya dek epey yaşlanırım herhalde. Bana bir şey olmaz!”

Hayat böyle işte, birbiriyle ilgili ilgisiz bağlantılardan mürekkep. 
Ben daha tuhaf bağlantılar da buluyorum:

Mesela şiiri son dizeden başlayarak, ilk dizeye kadar okurken başka bir şiiri okur gibi türlü şeyler düşünüyorum. 

Son dizeyi okuyunca da ("Dalmış gözlerinle pencerelerde.") aklıma dolmakalemlerin mürekkep penceresi geliyor. 

Bir önceki dizede ise ("Bir başka âlemden gelmiş gibisin,") sanki kitaplardan söz ediliyormuş gibi düşüncelere dalıyorum. 

17 Nisan 2014

Kendine Ait Bir Harf*



Güzel el yazısının en büyük sorunu kolayca anonim olabilmesi.

Daha önce de yazmıştım, çok güzel yazıyor bazı insanlar. Özene bezene yazıyor ve hakikaten çok uğraşıyorlar yazarken. Ben de güzel yazıları seviyorum ama bir levhada veya bir kitapta olsun isterim. Bir defterde elle yazılmış Helvetica font karakterlerini görmek istemem.

Ben dahil her gören de beğenir uyumlu yazıları ama kendinize özgü bir yazı karakteriniz yoksa kişilikli bir yazının sahibi değilizdir. "Yazdıklarına baktığımda orada seni göremiyorum." dediydim bir arkadaşıma. Alınmıştı biraz. Olsun, bir kişinin yazısında onu görebilmeliyim, yoksa o yazıya bakmak bana hoş gelmiyor. Hele kitap harfleriyle yazı yazanlara ayrı bir şaşırıyorum. Evet gözümüz, uyum istiyor, harflerin aralıklarının belirli bir boşluğa sahip olmasını istiyor, bir müzik eseri gibi olsun istiyoruz yazıların. Olsun elbette. Fakat bunun için başka bir yazıyı pelerin gibi üstümüze alıp ortadan kaybolmamız gerekmiyor. Kırık dökük olalım mesela, içimizden geldiği gibi dökelim harfleri.

El yazımızın tipografi kurallarına bir bağının olması gerektiği gibi yanlış bir inanış var bence.

Canımız istediğinde bazı harfleri farklı şekillerde kullanabiliriz. Ne daktilo ne de bilgisayar klavyesi değiliz. Öncelikle yazımızı kendimizin okuması gerek, sonra başkalarının. Biz anlıyorsak güzel, başkaları da okuyabiliyorsa o da güzel. Ama çok da gerekli değil.

Daha güzel yazmak için kasılmamak gerek "düzgün yazacağız" diye kendi yazımızda kendimizi kaybetmeyelim, arada bir harf de bizden olsun. Küçümsemeyelim, bize ait bir harf az şey değildir.

Düzgün ve uyumlu bir yazıya sahip olmak isteyenleri de anlıyorum. Onlara kendilerine ait harfe sahip olmaları gerektiğini söylemek istiyorum sadece. Özel bir harf olsun elinizin altında. Mürekkep o harfi bilsin, kâğıt o harfi tanısın, kalem o harfi yürüsün.

Yazarken eğlenmeliyiz biraz, yazı sıkıntı verici bir şey değildir.

El yazısı özgürlüktür, dünyadan uzaklaşıp nefes aldığımız bağ bahçe demektir.

Bahçıvanın acımasızca saldırdığı yaban otlarıdır el yazımız.

Kargacık burgacık da olsa bizim yüzümüze benzer aslında elimizdeki harf.

Benim yüzüm buruşuk biraz. Varsın öyle olsun, biz mürekkebin tadını çıkaralım.

*Virginia Woolf'a selam olsun.