09 Mart 2017

Blog Yazarı Ne İş Yapar?


Gazete okumayı severim, hafta sonu eklerini ise daha çok severim. Önce biriktirip sonra vakit buldukça uzun uçlu arşivci makasımı çıkarıp önemli yazıları kesiyor ve saklıyorum. Bir kenarda kalmış 26 Şubat 2017 tarihli Hürriyet Pazar'ın 13. sayfasında Vedat Milor'un "Değerlendirmeleri nasıl yapıyorum?" başlıklı yazısını okurken dikkatimi çeken bir cümleye denk geldim:

"Seçici bir yemek eleştirmeninin bir anlamda lokantacılara bedava danışmanlık yaptığını düşünüyorum. Çocuğunuzun okul ödevini dikkatle okuyup notlayan bir hoca gibi.  Bir yandan görevini yaparken, diğer yandan anlayan ve ileri gitmek isteyen çocuklara ve dolayısıyla onların ailelerine faydası dokunuyor. Kutsal bir ilişki..."

*** 

Sıkıcı bulduğum bir kitap: Claude Lévi-Strauss, Bakmak Dinlemek Okumak, YKY, 2016

Toplam 7 yıldır bu blogta, Erguvan Kalem'de yazıyorum, üstadımız Ali İkizkaya'nın blogu "Yazmak Keyiftir" ise Erguvan Kalem'den daha eski.

Geçmişten günümüze, yeni yeni yazan arkadaşlara da bakarak düşünüyorum: Biz tam olarak ne yapıyoruz?

Genel olarak blog yazarlarının tıkandıkları veya açık sularda gezindikleri her konu yazı kültürü blog yazarları için de geçerlidir diye bütün bu yazıda belirli ve özel bir alana ait olduğu düşünülen her ayrıntının genel olan için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani blog yazarları (iyisi, kötüsü, doğru düşüneni, bilgi kirliliği yaratanı, akıllısı, cahili, çekiliş yapanı, yapmayanı, indirim kuponu vereni, vermeyeni, kibirlisi, mütevazı olanı... dahil hepsi) temelde Vedat Milor gibi düşünür, kendince bir yere bağladığı değerlendirmeler yapar.

Elbette herkes kendinden sorumlu. Başkaları adına konuşamam, öyleyse kendi adıma konuşayım: Zaman zaman çok bunalıyorum, gördüğüm tuhaflıklar, anlam veremediğim davaranışlar nedeniyle canım sıkılınca yazmaya ara veriyorum. Bunu yapabiliyorum çünkü benim için bu bir iş değil, düzenli olarak çalışmanın gerektirdiği bir alan değil: Keyfe keder yazıyorum. Çünkü düzenli olarak yazmak bana göre değil, o yüzden bazen çok sık, bazen nadir yazıyorum. Peki ama böyle başıbozuk biri başlıktaki soruya nasıl yanıtlar?

Önce bir blog yazarının tarifini yapmalıyız galiba. Her blog yazarı öncelikle yazdığı konuya ilgi duyar, aşırı sever. Ben de öyleyim. Yazı yazmayı ve okumayı sevdiğim kadar yazı araç gereçlerini de çok seviyorum. Bu nedenle yazmaya başlamıştım.

Bunca yıldır yazılanlar kimin için peki? Elbette alışveriş siteleri ve kırtasiye mağazaları için değil, blog yazılarım okurlar için, bilinçli tüketiciler için, meraklılar için, öğrenmeyi sevenler içindir.

Aldığım e-postaların %90'ı da okurlardan gelir ve doğal olarak merak ettikleri şeyleri sorarlar. Mesajların çoğu alacakları ürünler için tavsiye isteyenlerden gelir. Biraz daha bilgili olanlar mürekkep veya defter markası sorar, iki veya çok sayıda kalem arasından hangisini almanın daha mantıklı olduğunu öğrenmek isterler. (Bir kısmı da yazı yazmakla ilgili değildir, şiir, roman, deneme meraklısı, kahve bağımlısı, fotoğrafçılar, resim ve felsefe meraklısı okurlarım da var.)

Blog yazmakla birlikte esasen ben de bir blog okuruyum. Yeri geldi. bununla ilgili yedi yıldır yaşadığım ilginç bir olaylardan sadece bir tanesini anlatayım: Seneler önce bir gün yine iki dolmakalem arasında kalan bir okur hangisini alayım diye sordu. Yazısından blogumu okumadığını anladım. Ben de kalemlere baktım, biri benim gömlek cebinde olan, severek kullandığım bir kalem, diğeri de Yazmak Keyiftir blogunda incelemesini gördüğüm bir başka kalemdi. Ali Bey kalemle ilgili yaşadığı sorunları kara mizahla anlatmıştı. Ben de kıssadan hisseyi almış, bu kalemden uzak durmam gerektiğini anlamıştım. Okuruma da iki kalemden benim kullandığım ve bir sorun görmediğim daha uygun fiyatlı olan kendi kullandığım kalemi önerdim. Diğer dolmakalemle ilgili şikayetlerin de kayıtlara geçtiğini anlattım.

Fakat arkadaş, benim yazdıklarımı dikkate almamış, gidip bir hevesle önermediğim kalemi almış. Bu durumu da bana yazdı. Olabilir elbette. İnsanlar düşünceleri doğrultusunda yaşar. Kırılacak, üzülecek bir durumum yok, o kadar çok parayı hak eden bir kalem olmadığını düşündüğümü bildirmiştim zaten. Her zaman olduğu gibi, hayırlı olsun, dedim. Ancak, cevaben gelen e-postada satır aralarından benim değerlendirmelerime pek güvenilmediğini gördüm. Anladığım kadarıyla aynı soruyu başkalarına da sormuş (bu bir klasiktir, hiç üşenmeyip bilgili-bilgisiz herkese aynı soruyu sorarlar, oysa bu kafa karışıklığına neden olmaktan başka işe yaramıyor bence), onlar da "şöyle şahane, böyle enfes" deyip bu kalemi allayıp pullamışlar. Açıkça yazmıyor elbette ancak anlaşılıyor. Sonra ses seda çıkmadı bu arkadaştan.

Neyse bir gün Yazmak Keyiftir'de merak ettiğim bir makaleyi okurken, okur mektupları arasında bu arkadaşın yeni bir mesajını gördüm. Yazılarını hiç okumadığı bir blogun yazarına "Yeni aldığım kalem çok dertli çıktı, çok da para verdim ne yapayım şimdi?" diye soruyordu. (Aradan çok zaman geçti, arkadaş şimdi yazılanlara dikkat ediyordur artık diye düşünüyorum.)

Yine Vedat Milor'a geliyorum: Dediği doğru, biz okurlarımıza bedava danışmanlık yapıyoruz. Anlaşılmıştır diye düşünüyorum, fikir alışverişinden hiç şikayetçi değilim. Düşüncelerimi sayfalar dolusu yazdım, yazıyorum, yeter ki açık fikirli, meraklı ve öğrenmek isteyen insanlar olsun.

08 Mart 2017

Cumartesi Notları 2


Geçtiğimiz cumartesi günü, elimde fotoğraf makinesiyle gittiğim ikinci durağım Öykü Sahaf oldu. Öykü Sahaf'ta Dursun kardeş ile konuşmayı çok severim. Kitap raflarını karıştırırken bir yandan kitapların tabiatına aykırı bir şekilde zaman hızlı akmaya başladı.

Dursun da zaten her zaman hızlı düşünür, hep acelesi varmış gibi konuşur, yani kısa zamanda pek çok konuyu konuşmuş, bir karara varmış olursunuz. Öykü Sahaf'ta her şey çok nettir.


Benim mürekkebe olan düşkünlüğümü bilen Dursun bu sefer bana 1913'te Beyrut'ta doğup 2006'da İstanbul'da ölen ve mezarı Feriköy'de bulunan Alfredo Fazzi isimli bir din adamının evrak-ı metrukesini gösterdi.






Bir insanın bütün hayatından geriye kalanların bir poşetin içinde bulunması beni tarifsiz bir kedere sürükledi birden. Dursun iyi ki kurtarmış bunları, çöpe de atılabilirdi. Hiç değilse aile albümünün kime ait olduğunu biliyoruz.
 

Radyo günleri. Nice insanı ve yeryüzünü yıkıma uğratan bir savaşın son sesleri duyuluyor.


Fotoğraf albümlerine, diplomalara, küçük notlara, resmi belgelere, mektuplara, kartlara, velhasıl çeşit çeşit kâğıt üzerindeki mürekkep izlerine uzun uzun baktım. Alfredo Bey nasıl bir hayat yaşamış diye düşündüm. Belgelerde gereğinden fazla ayrıntı var da derli toplu bir bilgi yok. Sonra biraz araştırınca bir İtalyan kaynağında "Kilise Yönetim Kurulu Üyesi" olarak kendisine rastladım:

Luigi Alfredo Fazzi (1913-2006)

Tam adıyla; Luigi Alfredo Fazzi, 26 Nisan 1913'te İtalyan bir baba ile Fransız bir annenin oğlu olarak Lübnan'da doğmuş. Gençliğinde manastır hayatını tercih etmiş ve din adamı olmak için önce Beyrut'ta sonra İtalya'da din, dil (Fransızca), tarih ve  felsefe konularında eğitim görmüş. 1950'li yılların ikinci yarısından itibaren Vatikan kendisini Türkiye temsilcisi olarak atamış. Önce birkaç yıl İzmir'de daha sonra İstanbul'da (Bakırköy) yaşamış. Papalığı temsil görevinin dışında İtalyan Lisesi'nde tarih ve felsefe dersleri de vermiş. Nihayetinde Alfredo Fazzi, 21 Kasım 2006'da, 93 yaşında memleketimizde ölmüş.  

Zamanın izlerini yansıtan mürekkepler.

Çok değerli, önemli toplumsal tarih belgeleri için İtalya'ya kadar uzanan bir görüşme trafiği olmuş Ancak Dursun'un dediğine göre kimse bu belgelerle ilgilenmemiş.

Geriye güzel harfler kalmış.

07 Mart 2017

Cumartesi Notları I


Geçtiğimiz cumartesi gününü bir süredir uğrayamadığım Beyoğlu'ndaki sahaflara verimli bir sefer düzenledim.

Önce Anabala Pasajı'na gittim ama biraz erken gittiğimden Nurtap Hanım'ın meşhur çizgi roman dükkanı 40 Ambar'ı açık bulamadım. Çizgi romanda uzmanlaşmıştır ama sadece çizgi roman dükkanı değil tabii, sinemadan fotoğrafa görsel sanatlarla birçok şey var bu dükkanda.

Ben de yönümü Aslıhan'a çevirdim. Balık Pazarı tarafından Aslıhan Sahaflar Çarşısı'na girdiğimde daha ikinci dükkanda Turgut Çeviker'in çıkardığı Güldiken dergilerini gördüm. En önde bulunan derginin kapağındaki karikatür İzel Rozental'a aitti. İzel Rozental karikatürist olarak ünlüdür ama kalem meraklıları kendisini daha çok Scrikss kalemlerinin yöneticisi olarak tanır.


Aynı dükkanda yabancı kitapların olduğu bölümde kapağına bayıldığım bir şiir kitabı gördüm. Kime ait diye düşünüp karıştırmaya başladım. Meğer kapaktaki fırça izleri Henri Michaux'ya aitmiş.

Daha öğrenciyken Plume adındaki öykü kitabıyla karşılaşmış ve hayranı olmuştum. Daha sonra neye ilgi duyduysam karşıma Henri Michaux çıktı.

Henri Michaux'nun "Açı Direkleri" kitabından iki düşüncesi:

"Yalnızca sakınarak öğren! Tüm bir yaşam yetmiyor sonra öğrendiklerini unutman için. Safça, boyun eğerek ve sonuçlarını düşünmeden - masum! - zihnine girmesine izin verdiklerini unutman için..."

"Kusurların mı? Telaşa gerek yok. Düşüncesizlik edip onları düzelteyim deme. Sonra yerlerine ne koyacaksın ki?" 
 



Çok kaliteli bir kağıda basılan bu şiir kitabı Suzie isimli birine armağan edilmiş, çok zarif bir şekilde incecik bir uçla kitabın ilk sayfasına notlar alınmış. (Faber-Castell Ecco Pigment 0.1 olma ihtimali yüksek, yakında bu kalemi anlatacağım.)