Sailor Pro Gear Sapporo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sailor Pro Gear Sapporo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2020

2020 Notları


Yine bir yıl sonu muhasebesi yapalım.

Bu sene her zaman hatırlanacak veya hep unutulmak istenen zaman dilimlerinden biri olacak galiba. 

Elbette unutulmayacak bir yıl oldu ama 2021'i de unutmayacağız belki.

Pandemi nedeniyle hayatımızın düzeni hiç olmadığı kadar bozuldu. Salgın hastalık görünmeyen bir düşman gibi hep pusuda bekledi, biz de tedirgin bir şekilde yeni hayatımıza uyum göstermeye çalıştık. 

Her bir sayının bir ömrü simgelediğini unuttuğumuz her gün açıklanan sayısal verileri duyduk, sevdiklerimiz için korktuk, çocuklarımız için endişelendik. Öyle böyle derken "hayat devam ediyor" klişesi tekrarlanıp durdu. Adaletin olmadığı bir dünyada yaşamak çok zor maalesef, işin kötüsü yapılacak bir şey de yok. Tarihi başkaları yapıyor, biz yaşıyoruz.

Belki de bu karanlık düşünceler nedeniyle olmalı, defterlere çok az yazı yazdım, oysa tam tersi olmasını düşünüyordum. Sürekli not aldım. Not almak önemli, uzun uzun yazacak vakit yok.

Yine de mürekkepten kalemden uzak durmak mümkün değil.

Bu yıl çok kitap okudum. 

Özellikle Jaguar Kitap'ın bütün kitaplarını okumak gibi bir hedefle yola çıktım, bilmiyorum yayınevine yetişebilecek miyim? (Bu hayırlı okuma eylemine editörlerinden biri olduğum için değil sahiden Jaguar Kitap muazzam kitaplar yayımladığı için başladım.)


Saatler mi kitaplar mı kalemler mi?

Bu sene saatler kazandı. 

Saatlere ilişkin çok çeviri yaptım. Geçen senelerde çeviriden çok korkuyordum, şimdi ise hoşuma gitmeye başladı. 

Hep dediğim gibi, öğrenmenin sonu yok.

İşte bir yıl daha bitti, bitiyor.

İstesek de istemesek de zamanın kendi hükmü var ve en güçlü olanımızın bile sözünün geçmediğini hepimiz biliyoruz. Yine de güzel şeyler dilemek hayırlıdır.

Okuyanlara, yazanlara, düşünenlere; her zaman taze ve güzel sayfalar açılmasını diliyorum...

Çıkmadık candan umut kesilmezmiş. 

Öyleyse, kalemlerimizi, defterlerimizi ve mürekkep şişelerimizi hazırlayalım.


Yeni yıllar hep geçmişte kalır, sonra bir yenisi gelir. 

Biz saatlerimizi ayarlayalım.

07 Mayıs 2019

Mayıs Rüzgârı, Siham-ı Kaza ve Sidharta


Eskiden ara sıra bir haiku yazardım, şimdi her gün yazıyorum. En kısa şiir biçimi olan haiku Orhan Veli Kanık ve Roland Barthes gibi sevdiğim pek çok yazarı ve düşünürü etkilemiş. Basitliği, sadeliği ve kuralları bir yana haiku sanatı yüzlerce yıllık tarihi ile aslında hiç de basit ve sade bir şiir biçimi değil. Haiku bir hayat tarzı aslında.

Haiku yazmaya başladığımdan beri, çevreye daha dikkatle bakar oldum. Bir serçe, gündoğumu, yere düşmüş bir yaprak, gökyüzündeki bulutlar, yağmurun güzelliği, rüzgâr, günbatımı, kanepede uyuyan kedi, ağaçların renkleri ve ay ışığı gibi nereye bakarsam bakayım hayatın devam ettiğini, tabiatın her zaman değiştiğini görüyorum.

Tarih eğitimi alanlar da günümüze ve geçmişe bakışta benzer bir farkındalık yolunda ilerler. Prof. Dr. Kemal Beydilli hocamızın bir dersinde Osmanlı - Lehistan ilişkilerini incelerken mizah yoluyla anlattığı tarihi bir olay geliyor aklıma, olayın kendisi hiç önemli değil aslında buradaki bakış çok önemli. 

Bence günlük hayatımıza da böyle, tıpkı bir bahçeye, bir ormana bakar gibi, mevsimlerin değiştiğini ve nelerin gelip gittiğini görmek için biraz uzaklaşıp kanat çırparak uzaktan bakmalı, mesafe bırakmalı ve dikkat etmeliyiz. Göreceğimiz şey hakikattir; değişim kaçınılmaz, değişime engel olunamaz. 

Benzer şekilde Gılgamış ölümü yenmek için mücadele etse de başarısızlığa uğrayacağını onun dışındaki herkes biliyordu.

Her şey bir yana bakışımızı netleştirdiğimiz zaman bir mürekkep lekesinde bir ömür (Nef’î) veya bir tohumda koskoca bir ağaç görebiliriz:

SİDHARTA 
 
niyagrôdhâ
koskoca bir ağaç görüyorum
  ufacık bir tohumda

o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (3 kere)

sidharta buddha
ben bir meyvayım
 ağacım âlem
ne ağaç
 ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (3 kere)  
 
(Asaf Halet Çelebi, 1953) 

07 Aralık 2017

Guillermo Rosales ve Felaketzedeler Evi

Ali Bulunmaz bugünkü Cumhuriyet Kitap'ta yazarı ve kitabı anlatmış.

Günün güzel haberleri Jaguar Kitap'tan geldi.

Jaguar Kitap'ı biliyorsunuz, arada sırada söz ediyorum.

Bence memleketimizin en iyi 4 yayınevinden biri, genç yaşında başardığı işlere baktığımda ise birincisi diye düşünüyorum. Çünkü arkasında çok sevdiğim bir bibliyofil var.

Felaketzedeler Evi ise yayınevinin yeni mahsülü. (Çorbada editör olarak benim de tuzum var.)

Kitaba gelince Felaketzedeler Evi sert bir eser. Acımasız bir kitap. İçinde pek çok şey var, bazen ağlamamak için zor dururken kimi zaman kitabı duvara fırlatmak isteyebilirsiniz.

Felaketzedeler Evi'nde öfke, delilik, kötülük ve aşk var. Kısa ve net cümlelerle, takıntılı tekrarlar ve sürgünde yaşayan tuhaf kahramanlarıyla rüzgâr gibi başlayıp bitiyor.

15 Eylül 2017

Platonov ile Çizmek


Daha önce, başka bir blogta; Andrey Platonov bence Rus edebiyatının en büyük yazarlarından biri, demiştim. Düzeltmem gerekiyor, bence kendisi Rus edebiyatının en büyük yazarı.

Gogol, Çehov, Puşkin, Gonçarov, Lermontov, Dostoyevski ve Tolstoy ne güne duruyor dediğinizi duyar gibiyim, bu kişiler büyük isimler elbette ama daha ilk cümlelerden itibaren kalbime dokunan tek bir yazar var, o da Platonov. 

Platonov sevgimde, çevirmen Günay Çetao Kızılırmak'ın ve Metis'in (editör Özde Duygu Gürkan) önemli bir yeri var. Mesela Çukur kitabını daha önce, Turkuvaz Kitap'tan Kayhan Yükseler çevirisiyle okumuştum, iyi bir çeviriydi ama kitabı sevememiştim. Oysa geçen akşam, Beşiktaş, Porto'yu 3-1 yeneyazdığı sıralarda ben Beşiktaş'taki Mephisto'da işte bu kitaba bakıyordum ve ne olursa olsun yine alacaktım ama çok büyük bir umudum yoktu. Fakat kasaya giderken daha ilk cümlelere bakar bakmaz kitabevine kadar gelen uğultular uzaklaştı. Birden kendimi düşüncelere dalmış Voşov ile birlikte Rusya'da sıcak bir havada yürürken buldum! 

Demek istediğim, çeviri muazzam, harika, enfes. Kitabın güzelliğinde editörün de hakkını teslim etmek gerek, güzel bir iş çıkarılmış.

Tıpkı, Çevengur, Can, Muhteşem Vahşi Dünya ve Dönüş kitaplarında olduğu gibi olağanüstü bir Türkçe ile çevrilmiş. Adeta Rusça saydamlaşıp Türkçeye dönüşmüş. Neden böyle söylüyorum? Rusça biliyor muyum? Hayır, ama okur hissiyatım böyle söylüyor işte. Yayınevini kutlarım böyle efsanevi kitaplara imza attıkları için ne kadar sevinseler azdır. 

Daha önce Platonov'un bir eserini hiç okumayanlar için şunu söyleyeyim, bu kitapla başlayın, sonra, Mutlu Moskova, Dönüş, Muhteşem Vahşi Dünya ve Can'ı okuyun. En son olarak da Çevengur'u okursanız, dünyanın sonuna gelmiş gibi hissedip başa dönüp yeniden okumak isteyeceksiniz. Bu okuma seferinde ise son okumak istediğiniz kitap Can olacaktır. Dünya edebiyatında böyle bir eserin benzeri yok. Sanki Çevengur'un var mı? diyor içimdeki ses. Neyse işte, herkes kendi kararını versin ben çekiliyorum. 

Not: İşte böyle sabah sabah, içimden geldi ve dolmakalemi çıkardığım gibi Voşov'u çizeyim istedim, olmadı ama olsun.

13 Ağustos 2017

İki Kalem Arasında

Lamy 25P OM
Kırtasiye sevenler arasında mutlu bir azınlık vardır; onlar dolmakalem, mürekkep ve kâğıt dünyası ile karşılaşınca küçük ama sarsıcı bir deneyim yaşar. Başlangıçta büyük bir hevesla işe başlanır, bir şekilde mürekkep ve kâğıt meselesi çözülür (daha sonra mürekkep ve kâğıt konusunda her şeyi çözdüm tavrının ne kadar ne kadar yanlış olduğu anlaşılacaktır ama daha bu durum için gereken zihinsel hazırlık tamamlanmadığından bu kısmı başka yazılara bırakıp geçelim - ne de olsa mürekkep şişesiyle hava atılamıyor) ama ya dolmakalem? 

Hangi dolmakalem iyidir, hangileriyle yazmaya başlamalı veya başlangıçta hangi dolmakalemleri almalı? İki kalem arasında kaldım, Pelikan mı Montblanc mı? Sailor veya Sheaffer, Faber-Castell'in şu modeli mi ya da Scrikss mi almalıyım? Hangisi daha iyi? TWSBI, Pilot, Waterman, Visconti ya da Lamy? 

Sıkça karşılaştığım sorular bunlar. İşte başlangıçta kafa karıştırıcı ve zihin bulanıklığı yaratan bir evredeyiz. Kimi prensi bulmak için bütün çirkin kurbağaları öpmeye çalışır, elbette bunun maddi bir külfeti vardır, ne de olsa dolmakalemler (iyi dolmakalemin pahalı olduğu varsayımı nedeniyle ve gerçekten iyiyi bulmanın zor olması gibi etkenlerden dolayı) ucuz şeyler değildir, kimi de başkalarından medet umar.

Diyelim ki seçenekleri azalttınız, sonra uzun uzun düşünüp taşınmalardan, bilgili olduğu düşünülen kişilere danışıldıktan sonra bir veya birkaç dolmakalem üzerinde karar verilir. (Bu kişilerin aslında kendi kişisel deneyimlerini anlattığı görmezden gelinir.)

İşte bu noktada derin bir hayal kırıklığı yaşanılması mümkündür. O bilgili kimselerin övdüğü kalem ertesi gün kapağı açılır açılmaz mürekkep akıtır, hani Youtube videolarında binlerce beğeni alan, gülümsemeler eşliğinde anlatılan kalemin ucu da kâğıt üzerinde yağ gibi akıp gitmek bir yana cızırtılar eşliğinde yazmaya çabalar derken üzüntü kaynakları işte böyle çoğalır.

Sailor ProGear Sapporo MS
Öyleyse ne yapmalıyız?

Bence gözümüze kestirdiğimiz o olağanüstü, o eşsiz kalemi çöpe atın. İkinci kalemi, yani size uygun kalemi arayın. 

Mükemmel kalemin peşinde koşmak, hayal kırıklıklarıyla yaşamak gibidir. Öyle bir kalem yok, çünkü mükemmel insan veya kusursuz bir makine de yok.

Demek istediğim, hayatımızın bütün evreleri için geçerli olan olaylar zinciri yazı dünyasında da aynıdır, farklı bir şekilde tezahür etmez. Başkalarının bilgileri genelgeçer bilgiler değildir. Evvela kendimizi tanımalıyız.


"CÜMLENİN MAKSUDU BİR AMMA RİVAYET MUHTELİF"

Burada okumanın önemini vurgulamak isterim. 

Elinize denemek için bir kalem uzatıldığında kendi adınızı yazmak dışında özlü bir sözü, mesela Muhibbî'den yukarıda alıntıladığım ara başlıktaki gibi bir beyit yazmak güzelliğini yaşamak istemez miydiniz? Keşke Bryan Magee'nin Felsefenin Öyküsü kitabının yazı dünyası için bir versiyonu olsaydı, o zaman işimiz çok kolaylaşırdı. En azından hangi yöne gideceğimizi bilir, kaybolmazdık.

Öyleyse kendimizi tanımanın dışında bir başka anahtar kelimeyi de bulduk: Yön.

Bu noktadan sonra geriye kalan şeyleri bulmak için daha sağlam adımlar atabiliriz. 

10 Ağustos 2017

Zamanın Ruhu


"Elmas gibi tıraşlı büyük bir zar şeklinde mürekkep hokkası, su veya buzun donuk mavi rengini veriyordu. Oklu kirpinin sert kıllarından kalem sapları, o belli belirsiz yağlı tonlarıyla hayvani bir hayatın görünüşünü yansıtıyorlardı. Çubuk halindeki mühür mumunun çiğ kırmızısı, mürekkep ucu kutularının renkli vinyetleri, makasın soğuk çelik parıltısı, sigara tablasının cila ve yaldızı, kâğıt bıçağının bronzu... Bütün bu faydaya ve güzelliğe hizmet eden öteberi, masanın üstünü hemen bir sürü şeyle örtüverdiler. Bu bolluk içinde, göz, bir bir oyalanıyor, bir izlenim, bir anı, bir ilham yakalamaya çalışıyor, sıkılmıyordu." 

August Stringberg, Açık Deniz Kenarında, Everest Yay., 2016, s.43


Kitap 1890'da yayımlanmış, günümüzdeki kalemlere benzer dolmakalemin patenti daha 6 yaşındaymış, sayfa kenarına küçük işaretler çizdiğim Sailor kalemin doğuşuna (1911) ise daha 21 sene var. 

Zamanın ruhu masamızda geziniyor.

04 Temmuz 2017

Çocukken Ansiklopedi Okumak

Milliyet gazetesinin 4 Temmuz 2017 tarihli nüshasının 4. sayfasında "Sony'den plak fabrikası" haberini görünce zincirleme düşünceler beni ansiklopedilere götürdü. Hepsini birlikte düşünmek mümkün; plak, kitap veya ansiklopedi, somut analog verilere sahiptir. Cep telefonu benzeri nesnelerin aksine uzun yıllar direnebilme güçleri beni hep büyülemiştir.

Küçük bir şey bazen çok büyük bir öneme sahip olabiliyor. Çocukken ansiklopedi okumak mesela, önemsiz gibi görünüyor şimdi. Fakat benim için çok değerliydi. Öyle ki mesleğimin temelinde Meydan Larousse Ansiklopedisi'nin bulunduğunu söyleyebilirim.

Çocukluğumda uzun uzun yürüdükten sonra (Nurtepe'den Kağıthane'ye inip, oradan Çağlayan'a çıkarak) mahalle arasında kalmış o zaman gözüme çok büyük görünen o küçümen halk kütüphanesine varmak ve bir Meydan Larousse cildini alıp dünyayı keşfetmek çocuk aklımla büyük bir tecrübeydi.

Her şeyden önce ansiklopedi fikri olağanüstü zekice bir girişimdir. Ansiklopedi, insanlığın bilgi birikiminin bir özeti, belki daha doğru bir ifade ile özetin de özetidir. Ansiklopedi sayesinde binlerce yıllık bilgiyi cilt cilt okumak mümkün oluyordu.

Şimdi çoğu insana, dijital hayatın rahatlığı içinde söylenen bu sözler anlamsız gelebilir. Çünkü internette hemen her türlü bilgiye ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Oysa inkar edilemeyecek yararlarının yanında şurası bir gerçek ki internet bir çöplük aslında. Doğru bilgiye nereden ulaşacağınızı bilmeniz gerekiyor. O da yetmiyor edindiğiniz bilgiyi başka sitelerden doğrulatmanız gerekiyor. Bazen bilgi aldığınız, güvenilir olduğunu düşündüğünüz bir site gün geliyor hiç olmamış gibi yok oluyor. 

Lisede gazetelerin "Ansiklopedi Savaşları" dönemine tanık oldum. O zamanlar en iyisini Milliyet gazetesi veriyordu. Ben de Milliyet okumaya başlamıştım bu sayede. Kuponları alıp Cağaloğlu binası önünde sıraya girip her ay elimde insanlığın bilgi birikiminin bir parçasıyla eve gitmek ve okumak da ayrı bir heyecandı. Tabii zaman değişmiş, ansiklopedinin adı Büyük Larousse olmuştu.

Sonra başka ansiklopediler keşfettim. Celal Esad Arseven'in Sanat Ansiklopedisi, eski ve yeni İslâm ansiklopedileri, 42 yılda tamamlanabilen sabırtaşı İnönü Ansiklopedisi (sonra adı değişiyor Türk Ansiklopedisi oluyor), Reşat Ekrem Koçu'nun inanılması güç bilgiler içeren yarıda kalmış İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı'nın somut İstanbul Ansiklopedisi...

Bilindiği gibi önceleri analog bir düzen vardı. Mesela 1990'lı yılların başında bir gazete arşivinde işe başladığımda raflarda birkaç bin kitap, daktilolar, metal bir kartoteks dolabı ve binlerce dosya ile karşılaşmıştım. Fotoğraf ve bilgi dosyaları ayrı dolaplarda saklanıyordu. Fotoğraf dosyalarının içinde karta basılı siyah beyaz/renkli fotoğrafların yanında küçük zarfların içinde negatif filmler veya dialar vardı. (Şimdi kaç kişi cep telefonundaki veya bilgisayarındaki fotoğrafları karta bastırıyor?)

Sonra komutlarla çalışılan, DOS tabanlı, tüplü ekranı olan Windows 3.1 kurulu bilgisayarlar, disketler geldi. Daktilolar depoya indirildi. Önceden kartotekse bakmadan en çok istenen dosyaların nerede bulunduğunu bilir ve saniyeler içinde istenen dosyayı bulurken artık dosyaların yerini ezberlemeye gerek kalmadı. İlginç olan sürecin daha da hızlanması ama bilgiye erişimin yavaşlamasıydı. Bir çekmeceyi açıp dosya numarasını bulup sonra dolaptan çıkartmak birkaç saniye sürerken, işin içine bilgisayarlar girince süreç uzamaya başladı. (Hele bilgisayar arızalandıysa ve bir başka yerde de kaydı yoksa çok sinir bozucu bir durumdu.)

Lisans sırasında kısa bir süre (önce staj gereği, staj bitiminden sonra da gönüllü) Tarih Vakfı arşivinde çalışmıştım, her şey o kadar sakin ve durağandı ki arkasından bir gazetede çalışmaya başlayınca istenen her şeyin son derece kısa bir zamanda, saniyeler, dakikalar hatta en geç bir iki saat içinde bulunması gerektiğini gördüğümde bu hızdan çok ürktüğümü hatırlıyorum.

Ansiklopediler çalıştığım kurumun bir parçasıydı. Onlarla birlikte aynı çatı altında olmak çok güzeldi.  (Ancak yeni zamanların yöneticileri bu güzelliklerin farkında olmadı ve artık internet var diye düşünüp, yer kapladıkları gerekçesiyle ansiklopediler ve diğer başvuru kaynakları çalışma alanlarından uzaklaştırıldı.)

Ansiklopedi okumanın tahmin edilemeyen, şaşırtıcı sonuçları olabiliyor; dünyanın bir katmanına daha nüfuz edebiliyor, küçük bir bilgiyle benzersiz bir düşünceye sahip olabiliyorsunuz.

Tıpkı plaklar, kitaplar, dolmakalemler, mürekkep şişeleri ve güzel defterler gibi, ansiklopediler de çok güzeldir, iyidir.

28 Mayıs 2017

Bir Kalemin Merkezi Neresidir?



Bir iki cümle not aldım ve dolmalemimi masanın kenarında bıraktım. Ardından kalem bir iki sallandı ve şekilde görüldüğü gibi durdu. Ben de çantamdan fotoğraf makinemi çıkartıp bir de görüntülü not alayım istedim.

Sonra her şeyin bir denge noktası, her şeyin bir merkezi var diye düşündüm.

Kâğıt için ve mürekkep için de öyle değil midir?

Eşyanın ve insanın da bir doygunluk noktası, ağırlık merkezi, hayali geometrik alanların kesiştiği odak noktaları var.

Yazdığımız her şeyin de bir ağırlık noktası var. Meraklı insanların ortak bir özelliklerinden biri de böyle bir şey. Hep belli bir iz bırakarak, belirli bir noktanın çevresinde dönmek, aynı duygunun farklı görünümlerini aramak, yazı yazarken de okurken de kendimize ait merkezi bir alanı kazımak, orada derinleşmek.

İşte, insanlar da böyle, bir kalem gibi kolları boşlukta olsa bile ayakları yerde.

Zihnimizden kâğıda akan düşünceler gibi denge noktasına doğru ilerliyor/dönüyor.

04 Mayıs 2017

National Geographic ve Yazı Çizi Kültürü








National Geographic dergisinin Mayıs 2017 sayısı efsane olmuş. 

Fotoğraf: Incredible New York City Panorama Drawn From Memory

National Geographic dergisinin bu ayki kapak konusu "Deha" olmuş. Bu arada Stephen Wiltshire ilginç kalem tutuş tarzıyla çok etkileyici bir hafızaya sahip.

Kendisi daha önce Türkiye'ye de gelmişti.



Bu sayı yazı kültürü ve Antik Mısır'a ilgi duyanlar için özellikle hazırlanmış gibi.

Dergiyi okurken bir yandan sonra araştırmak için bazı isimleri not aldım.

Mısır'ın İlk Devrimcisi Ahenaten ve Deha konuları zaten başlı başına dergiyi alıp götürmüş ama dikkatle okunacak başka konular da var.

0.05 hassas ucuyla çok sevdiğim Artline ve mürekkep delisi Sailor Pro Gear Sapporo.


09 Mart 2017

Blog Yazarı Ne İş Yapar?


Gazete okumayı severim, hafta sonu eklerini ise daha çok severim. Önce biriktirip sonra vakit buldukça uzun uçlu arşivci makasımı çıkarıp önemli yazıları kesiyor ve saklıyorum. Bir kenarda kalmış 26 Şubat 2017 tarihli Hürriyet Pazar'ın 13. sayfasında Vedat Milor'un "Değerlendirmeleri nasıl yapıyorum?" başlıklı yazısını okurken dikkatimi çeken bir cümleye denk geldim:

"Seçici bir yemek eleştirmeninin bir anlamda lokantacılara bedava danışmanlık yaptığını düşünüyorum. Çocuğunuzun okul ödevini dikkatle okuyup notlayan bir hoca gibi.  Bir yandan görevini yaparken, diğer yandan anlayan ve ileri gitmek isteyen çocuklara ve dolayısıyla onların ailelerine faydası dokunuyor. Kutsal bir ilişki..."

*** 

Sıkıcı bulduğum bir kitap: Claude Lévi-Strauss, Bakmak Dinlemek Okumak, YKY, 2016

Toplam 7 yıldır bu blogta, Erguvan Kalem'de yazıyorum, üstadımız Ali İkizkaya'nın blogu "Yazmak Keyiftir" ise Erguvan Kalem'den daha eski.

Geçmişten günümüze, yeni yeni yazan arkadaşlara da bakarak düşünüyorum: Biz tam olarak ne yapıyoruz?

Genel olarak blog yazarlarının tıkandıkları veya açık sularda gezindikleri her konu yazı kültürü blog yazarları için de geçerlidir diye bütün bu yazıda belirli ve özel bir alana ait olduğu düşünülen her ayrıntının genel olan için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani blog yazarları (iyisi, kötüsü, doğru düşüneni, bilgi kirliliği yaratanı, akıllısı, cahili, çekiliş yapanı, yapmayanı, indirim kuponu vereni, vermeyeni, kibirlisi, mütevazı olanı... dahil hepsi) temelde Vedat Milor gibi düşünür, kendince bir yere bağladığı değerlendirmeler yapar.

Elbette herkes kendinden sorumlu. Başkaları adına konuşamam, öyleyse kendi adıma konuşayım: Zaman zaman çok bunalıyorum, gördüğüm tuhaflıklar, anlam veremediğim davaranışlar nedeniyle canım sıkılınca yazmaya ara veriyorum. Bunu yapabiliyorum çünkü benim için bu bir iş değil, düzenli olarak çalışmanın gerektirdiği bir alan değil: Keyfe keder yazıyorum. Çünkü düzenli olarak yazmak bana göre değil, o yüzden bazen çok sık, bazen nadir yazıyorum. Peki ama böyle başıbozuk biri başlıktaki soruya nasıl yanıtlar?

Önce bir blog yazarının tarifini yapmalıyız galiba. Her blog yazarı öncelikle yazdığı konuya ilgi duyar, aşırı sever. Ben de öyleyim. Yazı yazmayı ve okumayı sevdiğim kadar yazı araç gereçlerini de çok seviyorum. Bu nedenle yazmaya başlamıştım.

Bunca yıldır yazılanlar kimin için peki? Elbette alışveriş siteleri ve kırtasiye mağazaları için değil, blog yazılarım okurlar için, bilinçli tüketiciler için, meraklılar için, öğrenmeyi sevenler içindir.

Aldığım e-postaların %90'ı da okurlardan gelir ve doğal olarak merak ettikleri şeyleri sorarlar. Mesajların çoğu alacakları ürünler için tavsiye isteyenlerden gelir. Biraz daha bilgili olanlar mürekkep veya defter markası sorar, iki veya çok sayıda kalem arasından hangisini almanın daha mantıklı olduğunu öğrenmek isterler. (Bir kısmı da yazı yazmakla ilgili değildir, şiir, roman, deneme meraklısı, kahve bağımlısı, fotoğrafçılar, resim ve felsefe meraklısı okurlarım da var.)

Blog yazmakla birlikte esasen ben de bir blog okuruyum. Yeri geldi. bununla ilgili yedi yıldır yaşadığım ilginç bir olaylardan sadece bir tanesini anlatayım: Seneler önce bir gün yine iki dolmakalem arasında kalan bir okur hangisini alayım diye sordu. Yazısından blogumu okumadığını anladım. Ben de kalemlere baktım, biri benim gömlek cebinde olan, severek kullandığım bir kalem, diğeri de Yazmak Keyiftir blogunda incelemesini gördüğüm bir başka kalemdi. Ali Bey kalemle ilgili yaşadığı sorunları kara mizahla anlatmıştı. Ben de kıssadan hisseyi almış, bu kalemden uzak durmam gerektiğini anlamıştım. Okuruma da iki kalemden benim kullandığım ve bir sorun görmediğim daha uygun fiyatlı olan kendi kullandığım kalemi önerdim. Diğer dolmakalemle ilgili şikayetlerin de kayıtlara geçtiğini anlattım.

Fakat arkadaş, benim yazdıklarımı dikkate almamış, gidip bir hevesle önermediğim kalemi almış. Bu durumu da bana yazdı. Olabilir elbette. İnsanlar düşünceleri doğrultusunda yaşar. Kırılacak, üzülecek bir durumum yok, o kadar çok parayı hak eden bir kalem olmadığını düşündüğümü bildirmiştim zaten. Her zaman olduğu gibi, hayırlı olsun, dedim. Ancak, cevaben gelen e-postada satır aralarından benim değerlendirmelerime pek güvenilmediğini gördüm. Anladığım kadarıyla aynı soruyu başkalarına da sormuş (bu bir klasiktir, hiç üşenmeyip bilgili-bilgisiz herkese aynı soruyu sorarlar, oysa bu kafa karışıklığına neden olmaktan başka işe yaramıyor bence), onlar da "şöyle şahane, böyle enfes" deyip bu kalemi allayıp pullamışlar. Açıkça yazmıyor elbette ancak anlaşılıyor. Sonra ses seda çıkmadı bu arkadaştan.

Neyse bir gün Yazmak Keyiftir'de merak ettiğim bir makaleyi okurken, okur mektupları arasında bu arkadaşın yeni bir mesajını gördüm. Yazılarını hiç okumadığı bir blogun yazarına "Yeni aldığım kalem çok dertli çıktı, çok da para verdim ne yapayım şimdi?" diye soruyordu. (Aradan çok zaman geçti, arkadaş şimdi yazılanlara dikkat ediyordur artık diye düşünüyorum.)

Yine Vedat Milor'a geliyorum: Dediği doğru, biz okurlarımıza bedava danışmanlık yapıyoruz. Anlaşılmıştır diye düşünüyorum, fikir alışverişinden hiç şikayetçi değilim. Düşüncelerimi sayfalar dolusu yazdım, yazıyorum, yeter ki açık fikirli, meraklı ve öğrenmek isteyen insanlar olsun.

13 Ekim 2016

Hayattan ne öğrendim? - II

30 Eylül 2016, sabah


Hayatın olağan akışını bilirsiniz. Hani bazı davalarda gerekçe kısmına yazılan bir cümle gibi duruyor ama hayatın sahiden olağan bir akışı var. Bu akışın bir adı da var: Hayal kırıklığı. Olağan olan şudur bence, gördüğümüz, bildiğimiz her şeyin altında veya üstünde bir olmamışlık duygusunun boylu boyunca uzanması. Temelde karşımıza çıkanların (onlar her neyse herkesin kendine göre bir listesi olabilir) bizi hayal kırıklığına uğratması son derece sıradan bir duruma işaret eder. Hayal kırıklığının büyük olanı, can acıtanı aynaya baktığımızda gördüklerimizdir.

Kendi adıma, hayal kırıklığı derslerinin en iyi öğrencilerinden biriyim diyebilirim. Aklı başında her insan şöyle bir düşünmüştür bu insanlık dramını, demek isterdim ama aklını kaybedenlerin daha çok düşündüğünü seziyorum. Bunları bir kenara bıraksak bile, kendi adımıza bireysel olarak bulunduğumuz yerden aşırı hoşnut olsak bile, yeryüzüne baktığımızda gördüğümüz şeylerin büyük çoğunluğu can yakıcıdır, ruha azap vericidir.

Güzel şeyler de var elbette, hiç yok diyemeyiz. En başta tabiatın kendisi başlı başına bir güzellik ve umuttur. Sanat başlı başına bir umuttur, biliyorum. Kuşlar, şiirler, maviler, yeşiller, bulutlar, kitaplar, resimler, fotoğraflar, yürümeyi ve yazmayı sevenler... İyi olan her şey, iyileştiren her şey bir güzelliktir. Hayattan öğrendiğimiz çok şey var. Bir cümle daha yazayım: Bitkilere inanan umut sahibi insanların bunca hayal kırıklığını çok daha incelikli yaşadıklarını düşünüyorum.

Öte yandan beni ben yapan şeyleri masanın üzerinde bir noktaya toplayıp baktığımda kendimi görüyorum ama gördüğüm başka bir şey daha var: Bütün hayal kırıklıkları benim kimliğimin bir parçası. Parmağımdaki mürekkep lekesi gibi duruyorlar.

Giderek ben de bir mürekkep lekesine dönüşüyorum.