17 Nisan 2014

Kendine Ait Bir Harf*



Güzel el yazısının en büyük sorunu kolayca anonim olabilmesi.

Daha önce de yazmıştım, çok güzel yazıyor bazı insanlar. Özene bezene yazıyor ve hakikaten çok uğraşıyorlar yazarken. Ben de güzel yazıları seviyorum ama bir levhada veya bir kitapta olsun isterim. Bir defterde elle yazılmış Helvetica font karakterlerini görmek istemem.

Ben dahil her gören de beğenir uyumlu yazıları ama kendinize özgü bir yazı karakteriniz yoksa kişilikli bir yazının sahibi değilizdir. "Yazdıklarına baktığımda orada seni göremiyorum." dediydim bir arkadaşıma. Alınmıştı biraz. Olsun, bir kişinin yazısında onu görebilmeliyim, yoksa o yazıya bakmak bana hoş gelmiyor. Hele kitap harfleriyle yazı yazanlara ayrı bir şaşırıyorum. Evet gözümüz, uyum istiyor, harflerin aralıklarının belirli bir boşluğa sahip olmasını istiyor, bir müzik eseri gibi olsun istiyoruz yazıların. Olsun elbette. Fakat bunun için başka bir yazıyı pelerin gibi üstümüze alıp ortadan kaybolmamız gerekmiyor. Kırık dökük olalım mesela, içimizden geldiği gibi dökelim harfleri.

El yazımızın tipografi kurallarına bir bağının olması gerektiği gibi yanlış bir inanış var bence.

Canımız istediğinde bazı harfleri farklı şekillerde kullanabiliriz. Ne daktilo ne de bilgisayar klavyesi değiliz. Öncelikle yazımızı kendimizin okuması gerek, sonra başkalarının. Biz anlıyorsak güzel, başkaları da okuyabiliyorsa o da güzel. Ama çok da gerekli değil.

Daha güzel yazmak için kasılmamak gerek "düzgün yazacağız" diye kendi yazımızda kendimizi kaybetmeyelim, arada bir harf de bizden olsun. Küçümsemeyelim, bize ait bir harf az şey değildir.

Düzgün ve uyumlu bir yazıya sahip olmak isteyenleri de anlıyorum. Onlara kendilerine ait harfe sahip olmaları gerektiğini söylemek istiyorum sadece. Özel bir harf olsun elinizin altında. Mürekkep o harfi bilsin, kâğıt o harfi tanısın, kalem o harfi yürüsün.

Yazarken eğlenmeliyiz biraz, yazı sıkıntı verici bir şey değildir.

El yazısı özgürlüktür, dünyadan uzaklaşıp nefes aldığımız bağ bahçe demektir.

Bahçıvanın acımasızca saldırdığı yaban otlarıdır el yazımız.

Kargacık burgacık da olsa bizim yüzümüze benzer aslında elimizdeki harf.

Benim yüzüm buruşuk biraz. Varsın öyle olsun, biz mürekkebin tadını çıkaralım.

*Virginia Woolf'a selam olsun. 

04 Nisan 2014

Kâğıt ile insan



Visconti gibi iyi bir kalem ve Aniki gibi iyi bir mürekkep aldınız diyelim, yine de yazı ve yazım konforu için bütün bunlar yeterli olmuyor.

Kâğıt da iyi olmalı.

Yukarıdaki tarihi, arşive gelen günlük gazete tomarının üzerinde bulunan a4 kağıdına yazdım. Aslına bakarsanız perdahlı, perdahsız ikiye ayrılan kâğıtlar üzerine bir yığın şey yazmak isterdim. Üstüne insanları da perdahlı ve perdahsız diyerek ayırmak gerektiğıini da nedenleriyle açıklamak isterdim. Fakat kâğıdın üzerindeki şu kırçıllanmayı seyredip her şeyi unuttum.

31 Mart 2014

Anahtar deliğinden

Waterman's Ink-vue fountain pen in Silver Ray celluloid 

Kalem çok tuhaf bir yazı gereci: Aklın süzgecinden, kalbin rüzgârından beslenip mürekkep aracılığıyla kâğıda inen bir hâl içinde yaşıyor. Eşya canlıdır.



Daha önce kalp figürü benzeri görmüştüm bazı dolmakalemlerin ucunda, çok da hoştu. Böyle minik ayrıntılar, ince düşünceler karşımızda bu dolmakalemi üreten, tasarlayan insanların mizah duygusu olduğuna işaret ediyor. İşte bir dolmakalemin ucunda o minik anahtar deliğini görünce, Alice Harikalar Diyarında kitabından fantastik bir sahneye bakar gibi oldum. Küçük bir dokunuş büyük bir fark yaratabiliyor.



En azından insan zihninde bir farklılık oluyor. Mesela bu kalemi daha önce görmeyen ben değilim şimdi, görgüm artmış, benzer bir dolmakalem ile bir antikacıda, eski kalemler de satan bir kırtasiyede karşılaşabilir miyim diyorum artık.



Ama internet üzerinden satın almak gibi bir hevesim yok. Günün birinde karşıma çıkacak biliyorum.



O zaman gülümseyeceğim.



Bir küçük dokunuş az şey değildir.

27 Şubat 2014

Kalemin Ruhu

Mümtaz bir kalemsever dostum ile Nakaya üzerine sohbet ettik bu akşam.

Bu kaleme klips gerekli midir değil midir diye düşündük. Ben Nakaya'ların gömlek cebine yakışmayacağını söyledim, dostum ise kullanılmayan kalemden yana olmadığını anlattı.

Söz ne zaman kalemden açılsa renklere, oradan da mürekkebe geliyoruz hep.

Mürekkebe bulaşmayan kalem yaşamıyor demektir, diyerek bağladık konuyu.

Renk deyince doğu ile batı arasında bir fark var gibi geliyor bana. Mesela bir ilgisi yok ama Omas ile Nakaya'nın iki kalemi arasındaki yeşilin tonu düşündürüyor beni. Yeşil, Doğu'dur diyorum, mavi ise külliyen Batı.

Zamanla, uygarlıkların renkleri anlama tarzı değişiyor, dünyaya bakışları da.
İlkgençliğimde siyahtan başka bir renkle yazmayı sevmezdim. Çini mürekkebini keşfedince çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Çini mürekkebi dolmakalemlere uygun değildi. Ben de teknik kalem kullanmaya başlamıştım. Senelerce çini mürekkebiyle yazdım fakat zaman içinde siyahtan uzaklaştım. Dolmakaleme daha yakınım şimdi. Bu günlerde koyu mor, kahverengi, yeşil ve kırmızıya çalan mavileri seviyorum.

İnsan da kendini mürekkepten inşa ediyor, dolmakalem de.


Nakaya Midori


Omas 360



06 Şubat 2014

Mürekkepten Sonra


Kalemlerimizle yazılar yazıyoruz, imzalar atıyoruz, ama bazen sadece mürekkebi görmek için bir anlamı olmayan karalamalar yapıyoruz.

Bazen mürekkebin bittiğini anladığımızda seviniyoruz. Kendimize özgü bir törenle yeniden kalemin susuzluğunu dindirmek için onu mürekkebe kavuşturduğumuzda bir çizgi daha çiziyoruz.

Belki bu çizgiler bir yerde birikiyordur.

13 Ocak 2014

Bir damla mürekkep, bir yudum kahve

Pilot 78G, Montblanc 146, Türk kahvesi.


Mürekkep, dolmakalemde beklerken,
iflah olmaz bir uykuda gibidir,
hiç uyanmayacakmış gibi bekler.

Her kalem ise
kendini bir arada tutmaya çalışır.
Kalemi tutan elin sahibi ne yapsın?
O da uykulardan gelmiştir.
Şiirle uyumuş, şiirle uyanmıştır.
Mürekkep bekler. İçimizdeki odalarda
bize en yakın yazılarda bekler.
Dökülmeyi bekler, leke olup
elimizde ısınmayı bekler.

Yazarken kağıtla, kalemle,
mürekkeple birlikte
yalnızlığımızı da yudum yudum içebiliriz.
Çünkü yalnızlığın kendisi şiirdir.
Yazarken, eşyanın tabiatı uyanır.
Kimse bize dokunmasın isteriz yazarken,
mürekkep asude dökülsün kağıda,
yoksa kim toparlayacak harflerimizi?
Bir yudum kahve de öyle dökülsün içimize,
ılık bir yazı gibi aksın.

Ya kalbimizin odalarında ne var?
Belki bizim dışımızda bir hâl bekliyor.
Belki dalgalı bir deniz
belki gözleri görmeyen bir kütüphaneci var içimizde.
Belki de çalıntı bir tablodan geriye kalan duvardaki izi.
Bakıp duralım isteriz sabahları duvardaki boşluğa.

Ey gözleri dumanlı kütüphaneci!
Binlerce kitabın arasında
okuyamadığın binlerce derdin içinde
yüzüyorsun. Hangi aynaya baksan
göremezsin belki kendini,
hangi şiirle avutsan kalbini şimdi
bilemezsin.


Bizden beklenen nedir,
bizim istediğimiz nedir,
bir yere gitmek mi isteriz,
bir yerden düşmek mi?

Belki de hasta olduk,
her yanımız kırılıyor,
ateşler içindeyken
kuzey ışıklarını gördük,
dünyanın yeryüzündeki gözlere akan
o renkli mürekkebini gördük
ve bir fotoğrafta sakladık.

Mürekkep bilir,
mürekkebin kendi hafızası,
kendi arşivi vardır.


İnsana gelince,
ne yazık ki insan
unutmakla mücehhezdir.