Sailor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sailor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

07 Mayıs 2019

Mayıs Rüzgârı, Siham-ı Kaza ve Sidharta


Eskiden ara sıra bir haiku yazardım, şimdi her gün yazıyorum. En kısa şiir biçimi olan haiku Orhan Veli Kanık ve Roland Barthes gibi sevdiğim pek çok yazarı ve düşünürü etkilemiş. Basitliği, sadeliği ve kuralları bir yana haiku sanatı yüzlerce yıllık tarihi ile aslında hiç de basit ve sade bir şiir biçimi değil. Haiku bir hayat tarzı aslında.

Haiku yazmaya başladığımdan beri, çevreye daha dikkatle bakar oldum. Bir serçe, gündoğumu, yere düşmüş bir yaprak, gökyüzündeki bulutlar, yağmurun güzelliği, rüzgâr, günbatımı, kanepede uyuyan kedi, ağaçların renkleri ve ay ışığı gibi nereye bakarsam bakayım hayatın devam ettiğini, tabiatın her zaman değiştiğini görüyorum.

Tarih eğitimi alanlar da günümüze ve geçmişe bakışta benzer bir farkındalık yolunda ilerler. Prof. Dr. Kemal Beydilli hocamızın bir dersinde Osmanlı - Lehistan ilişkilerini incelerken mizah yoluyla anlattığı tarihi bir olay geliyor aklıma, olayın kendisi hiç önemli değil aslında buradaki bakış çok önemli. 

Bence günlük hayatımıza da böyle, tıpkı bir bahçeye, bir ormana bakar gibi, mevsimlerin değiştiğini ve nelerin gelip gittiğini görmek için biraz uzaklaşıp kanat çırparak uzaktan bakmalı, mesafe bırakmalı ve dikkat etmeliyiz. Göreceğimiz şey hakikattir; değişim kaçınılmaz, değişime engel olunamaz. 

Benzer şekilde Gılgamış ölümü yenmek için mücadele etse de başarısızlığa uğrayacağını onun dışındaki herkes biliyordu.

Her şey bir yana bakışımızı netleştirdiğimiz zaman bir mürekkep lekesinde bir ömür (Nef’î) veya bir tohumda koskoca bir ağaç görebiliriz:

SİDHARTA 
 
niyagrôdhâ
koskoca bir ağaç görüyorum
  ufacık bir tohumda

o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (3 kere)

sidharta buddha
ben bir meyvayım
 ağacım âlem
ne ağaç
 ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (3 kere)  
 
(Asaf Halet Çelebi, 1953) 

20 Ocak 2018

Kazanmak



Şaşırtıcı ama gerçek, Lamy gibi bir marka küçümsenebiliyor. Diyorlar ki, Lamy 2000'lerin başında sağda solda üç kuruşa satılırken kimse yüzüne bakmıyormuş, ama distribütör değişince on, on beş kat daha pahalıya satılmaya başlayınca ikon haline gelmiş, dandik plastikten bir kalem markasıymış. 

Evvela şunu söylemek gerekir: Eskiden uygun fiyata satılan kalemlerin ve mürekkeplerin şimdi pahalı olmasının en önemli nedenlerinden biri paramızın değerinin giderek düşmesidir.

Öteden beri söylenir, Lamy, Avrupa 9.90 avroya satılan ucuz bir kalemmiş, Pelikan varken Lamy'nin adı bile anılmazmış falan filan.

Ancak, Lamy sadece Avrupa ülkelerinde değil; Çin ve Japonya gibi Uzakdoğu ülkelerinde de Amerika'da da çok popüler ve kıskanılan bir marka. Instagram, Facebook, Tumblr, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerine, her gün bir yenisi açılan bloglara bakınca evet bir etken ama sadece ucuzluğun/pahalılığın bir kıstas olamayacağını anlamak gerekmez mi? Dahiyane tasarımın, etkileyici renklerin bir önemi yok mu?

Benim başka bir gözlemim var; bugün sadece Lamy değil, pek çok marka değer görüyor, popülerleşiyor. (Şaşırmadınız ama çok değil 7 yıl önce bile böyle değildi.)

Mesela 2000'lerin başında değil 2010'ların başında bile ülkemizdeki kırtasiyelerde Sailor marka dolmakalemi de Sailor marka mürekkebi de bulmak olanaksızdı. (Şimdi başka kalem tanımayan Sailor fanatikleri bile var.)

Mesela gencecik insanlar arasında bir Montblanc düşkünlüğü görülüyor. Bu kişilerle konuşuyorum, yazılanları okuyorum ve ailelerinden gelen bir bağ göremiyorum. Öyleyse bu ilgi nereden geliyor?

Çünkü dolmakaleme, mürekkebe, deftere ilgi artıyor. (Defter konusunda emin değilim, kalem fetişizmi nedeniyle o konuda maalesef çok gerideyiz.)

Hemen olmadı elbette, kırtasiyelerin neredeyse hepsi daha dolmakalem ucu değişimi yapmazken olaylar şu yazıyla başladı ve çığ gibi büyüdü.

O yıllarda mesela dolmakalem ile ilgili Türkçe içerik araması yaptığınızda karşınıza sadece (2005 doğumlu) Fountain Pen Network çıkıyordu.

Sözünü ettiğim yazıdan habersiz ikinci bir blog da yazılara başlamıştı. 2 yıl sonra insanlar gruplar halinde örgütlenmeye ve kırtasiyelerden taleplerde bulunmaya başladı.

Bu yazıdan 3 yıl sonra memleketimizde sponsor desteği olmadan büyük bir cesaretle türünün tek örneği olan yazı kültürü dergisi, Mürekkepbalığı ortaya çıktı. Ülkemizdeki ilk dolmakalem ve ilk mürekkep incelemesi bu dergide yayımlandı. TV kanalları, gazeteler konuyla ilgili yayınlara başlayınca kırtasiyeciler de blogları takip etmeye başladı. Yeni bloglar açıldıkça ilgi duyanlar çoğaldı.

Yani aslında şirketlere rağmen meraklı insanlar her şeyi, hatta şirketleri zorlamış oldu. Meraklılar halen zorluyor ama şirketler/distribütörler yanlış bir yolda gidiyor bence. Kültür olmadan, sevgi olmadan, bilgi olmadan en önemlisi hikmet olmadan, sadece para kazanma amacıyla yola çıkan her girişim hüsrana uğrayacaktır diye düşünüyorum.

Daha önce yazmıştım, Hermann Hesse'in başyapıtı olarak görülen kitapta, Siddhartha şöyle der: "Bilgi anlatılabilir ama hikmet nakledilemez. İnsan onu bulabilir, onu yaşayabilir, onunla güçlenebilir, onunla harika şeyler yapabilir ama onu anlatması ve öğretmesi mümkün değildir."

Sonuçta talep var, arz olmaz mı? İnsanlar merak ettikçe ekonomik bir karşılığı da oldu. Memlekete getirilmeyen kalemler, bilmediğimiz renklerde mürekkepler gelmeye başladı. (Böylece yurtdışına giden eşe dosta yalvarmaktan bir nebze kurtulduk.)

İnanmayacak olanlar vardır elbette ama Lamy iyidir derim. Çünkü Lamy kalemlerinin fiyatları yine de anlaşılabilir, öyle markalar var ki ateş pahası, yanına bile yaklaşmak zor. O dandik denilen plastik dolmakalemlere âşık insanlar var.

Sözün özü: Lamy ilham vericidir, yararlıdır. Asla küçümsenecek bir marka değildir.


Lamy dolmakalemle yazı yazarken dinleyecek müzik arayanlara gelsin: "Severim ben seni"

10 Ağustos 2017

Zamanın Ruhu


"Elmas gibi tıraşlı büyük bir zar şeklinde mürekkep hokkası, su veya buzun donuk mavi rengini veriyordu. Oklu kirpinin sert kıllarından kalem sapları, o belli belirsiz yağlı tonlarıyla hayvani bir hayatın görünüşünü yansıtıyorlardı. Çubuk halindeki mühür mumunun çiğ kırmızısı, mürekkep ucu kutularının renkli vinyetleri, makasın soğuk çelik parıltısı, sigara tablasının cila ve yaldızı, kâğıt bıçağının bronzu... Bütün bu faydaya ve güzelliğe hizmet eden öteberi, masanın üstünü hemen bir sürü şeyle örtüverdiler. Bu bolluk içinde, göz, bir bir oyalanıyor, bir izlenim, bir anı, bir ilham yakalamaya çalışıyor, sıkılmıyordu." 

August Stringberg, Açık Deniz Kenarında, Everest Yay., 2016, s.43


Kitap 1890'da yayımlanmış, günümüzdeki kalemlere benzer dolmakalemin patenti daha 6 yaşındaymış, sayfa kenarına küçük işaretler çizdiğim Sailor kalemin doğuşuna (1911) ise daha 21 sene var. 

Zamanın ruhu masamızda geziniyor.

04 Temmuz 2017

Çocukken Ansiklopedi Okumak

Milliyet gazetesinin 4 Temmuz 2017 tarihli nüshasının 4. sayfasında "Sony'den plak fabrikası" haberini görünce zincirleme düşünceler beni ansiklopedilere götürdü. Hepsini birlikte düşünmek mümkün; plak, kitap veya ansiklopedi, somut analog verilere sahiptir. Cep telefonu benzeri nesnelerin aksine uzun yıllar direnebilme güçleri beni hep büyülemiştir.

Küçük bir şey bazen çok büyük bir öneme sahip olabiliyor. Çocukken ansiklopedi okumak mesela, önemsiz gibi görünüyor şimdi. Fakat benim için çok değerliydi. Öyle ki mesleğimin temelinde Meydan Larousse Ansiklopedisi'nin bulunduğunu söyleyebilirim.

Çocukluğumda uzun uzun yürüdükten sonra (Nurtepe'den Kağıthane'ye inip, oradan Çağlayan'a çıkarak) mahalle arasında kalmış o zaman gözüme çok büyük görünen o küçümen halk kütüphanesine varmak ve bir Meydan Larousse cildini alıp dünyayı keşfetmek çocuk aklımla büyük bir tecrübeydi.

Her şeyden önce ansiklopedi fikri olağanüstü zekice bir girişimdir. Ansiklopedi, insanlığın bilgi birikiminin bir özeti, belki daha doğru bir ifade ile özetin de özetidir. Ansiklopedi sayesinde binlerce yıllık bilgiyi cilt cilt okumak mümkün oluyordu.

Şimdi çoğu insana, dijital hayatın rahatlığı içinde söylenen bu sözler anlamsız gelebilir. Çünkü internette hemen her türlü bilgiye ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Oysa inkar edilemeyecek yararlarının yanında şurası bir gerçek ki internet bir çöplük aslında. Doğru bilgiye nereden ulaşacağınızı bilmeniz gerekiyor. O da yetmiyor edindiğiniz bilgiyi başka sitelerden doğrulatmanız gerekiyor. Bazen bilgi aldığınız, güvenilir olduğunu düşündüğünüz bir site gün geliyor hiç olmamış gibi yok oluyor. 

Lisede gazetelerin "Ansiklopedi Savaşları" dönemine tanık oldum. O zamanlar en iyisini Milliyet gazetesi veriyordu. Ben de Milliyet okumaya başlamıştım bu sayede. Kuponları alıp Cağaloğlu binası önünde sıraya girip her ay elimde insanlığın bilgi birikiminin bir parçasıyla eve gitmek ve okumak da ayrı bir heyecandı. Tabii zaman değişmiş, ansiklopedinin adı Büyük Larousse olmuştu.

Sonra başka ansiklopediler keşfettim. Celal Esad Arseven'in Sanat Ansiklopedisi, eski ve yeni İslâm ansiklopedileri, 42 yılda tamamlanabilen sabırtaşı İnönü Ansiklopedisi (sonra adı değişiyor Türk Ansiklopedisi oluyor), Reşat Ekrem Koçu'nun inanılması güç bilgiler içeren yarıda kalmış İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı'nın somut İstanbul Ansiklopedisi...

Bilindiği gibi önceleri analog bir düzen vardı. Mesela 1990'lı yılların başında bir gazete arşivinde işe başladığımda raflarda birkaç bin kitap, daktilolar, metal bir kartoteks dolabı ve binlerce dosya ile karşılaşmıştım. Fotoğraf ve bilgi dosyaları ayrı dolaplarda saklanıyordu. Fotoğraf dosyalarının içinde karta basılı siyah beyaz/renkli fotoğrafların yanında küçük zarfların içinde negatif filmler veya dialar vardı. (Şimdi kaç kişi cep telefonundaki veya bilgisayarındaki fotoğrafları karta bastırıyor?)

Sonra komutlarla çalışılan, DOS tabanlı, tüplü ekranı olan Windows 3.1 kurulu bilgisayarlar, disketler geldi. Daktilolar depoya indirildi. Önceden kartotekse bakmadan en çok istenen dosyaların nerede bulunduğunu bilir ve saniyeler içinde istenen dosyayı bulurken artık dosyaların yerini ezberlemeye gerek kalmadı. İlginç olan sürecin daha da hızlanması ama bilgiye erişimin yavaşlamasıydı. Bir çekmeceyi açıp dosya numarasını bulup sonra dolaptan çıkartmak birkaç saniye sürerken, işin içine bilgisayarlar girince süreç uzamaya başladı. (Hele bilgisayar arızalandıysa ve bir başka yerde de kaydı yoksa çok sinir bozucu bir durumdu.)

Lisans sırasında kısa bir süre (önce staj gereği, staj bitiminden sonra da gönüllü) Tarih Vakfı arşivinde çalışmıştım, her şey o kadar sakin ve durağandı ki arkasından bir gazetede çalışmaya başlayınca istenen her şeyin son derece kısa bir zamanda, saniyeler, dakikalar hatta en geç bir iki saat içinde bulunması gerektiğini gördüğümde bu hızdan çok ürktüğümü hatırlıyorum.

Ansiklopediler çalıştığım kurumun bir parçasıydı. Onlarla birlikte aynı çatı altında olmak çok güzeldi.  (Ancak yeni zamanların yöneticileri bu güzelliklerin farkında olmadı ve artık internet var diye düşünüp, yer kapladıkları gerekçesiyle ansiklopediler ve diğer başvuru kaynakları çalışma alanlarından uzaklaştırıldı.)

Ansiklopedi okumanın tahmin edilemeyen, şaşırtıcı sonuçları olabiliyor; dünyanın bir katmanına daha nüfuz edebiliyor, küçük bir bilgiyle benzersiz bir düşünceye sahip olabiliyorsunuz.

Tıpkı plaklar, kitaplar, dolmakalemler, mürekkep şişeleri ve güzel defterler gibi, ansiklopediler de çok güzeldir, iyidir.

28 Mayıs 2017

Bir Kalemin Merkezi Neresidir?



Bir iki cümle not aldım ve dolmalemimi masanın kenarında bıraktım. Ardından kalem bir iki sallandı ve şekilde görüldüğü gibi durdu. Ben de çantamdan fotoğraf makinemi çıkartıp bir de görüntülü not alayım istedim.

Sonra her şeyin bir denge noktası, her şeyin bir merkezi var diye düşündüm.

Kâğıt için ve mürekkep için de öyle değil midir?

Eşyanın ve insanın da bir doygunluk noktası, ağırlık merkezi, hayali geometrik alanların kesiştiği odak noktaları var.

Yazdığımız her şeyin de bir ağırlık noktası var. Meraklı insanların ortak bir özelliklerinden biri de böyle bir şey. Hep belli bir iz bırakarak, belirli bir noktanın çevresinde dönmek, aynı duygunun farklı görünümlerini aramak, yazı yazarken de okurken de kendimize ait merkezi bir alanı kazımak, orada derinleşmek.

İşte, insanlar da böyle, bir kalem gibi kolları boşlukta olsa bile ayakları yerde.

Zihnimizden kâğıda akan düşünceler gibi denge noktasına doğru ilerliyor/dönüyor.

20 Nisan 2017

Dolmakalem Dönüştürücüleri

Sıkmalı tip dönüştürücü, Parker 21

Çok meraklı olmayanlar kartuş ve pistonlu kalemleri bilir ama bunların dışında dolmakalemlerin onlarca farklı dolum sistemleri vardır. 

Sadece ABD'li firmaların efsanevi dolum sistemleri için kitap bile yazılır desem konunun ayrı bir derya olduğu anlaşılır sanıyorum. 


Ernst F. Attula patentli dolum sistemi, 1925.

Mesela Ernst F. Attula isimli mucidin tasarımı olan Sheaffer'ın da Snorkel adıyla kullandığı dolum sistemi üzerine yapılan tartışmalar da ayrı bir konudur. 

Bu sistemde dolmakalem ucu mürekkebe bulanmıyor. Çok ilginç bir şekilde damaktan çıkan incecik bir boru sayesinde kalemin içine mürekkep çekiliyor.

Piston tip dönüştürücü, Sailor
Elimdeki dolmakalemlerin yarısı pistonlu, diğer yarısı da piston tipi dönüştürücülü. En çok piston tipi dönüştürücüleri seviyorum. 

Kartuşlara ise hiç alışamadım, sevemedim. Ne zaman yeni bir dolmakalem alsam eğer pistonlu değilse hemen dönüştürücüsü var mı diye sorarım. Eğer yoksa almam. Çünkü mürekkep şişelerinin muazzam zenginliğinin yanında kartuşlar çok sınırlandırıcı geliyor bana. 

Kartuşlar pratiktir, doğru ve herkes benim gibi ellerini kirletmeyi sevmediğinden seveni de çoktur, o da doğru. Orhan Pamuk mesela, yeni bir romana başlarken kullandığı kartuşları atmaz biriktirirmiş. Böylece ne kadar yazdığını anlarmış.

Hepsi iyi güzel de kartuş bir nevi çöp üretmek değil midir? Ellerimizi kirletmiyoruz ama doğayı alabildiğine kirletmekten de hiç çekinmiyoruz.

Kartuşlu dolmakalemleri pilli saatlere benzetiyorum. Mekanik saatler ise pistonlu veya dönüştürücülü dolmakalemler gibi çöp üretmez.


Sheaffer NoNonsense dönüştürücü
Pistonlu kalemlerin temizliği de zor, hassas bir sistem olduğunda kurcalamaya korkarım. Bir de kalemin içini göremediğim için bir tuhaf hissediyorum. Ancak herkes bilir, pistonlu dolmakalemler Karamazof Kardeşler misali bir klasiktir, en sağlam dolum sistemidir. 

Bana gelince dolmakalemi parçalarına ayırmayı sonra tekrar birleştirmeyi seviyorum. Bu şekilde yapılan temizlik tam bir terapi gibi oluyor.


Lamy Al-Star, eski tip z24 dönüştürücü. (Kitap: Yazı İnsanlığın Belleği, YKY, 2002)
Lamy firmasının kırmızı rengiyle gönül fetheden dönüştürücüsünü de ayrı bir seviyorum. Lamy kalem meraklılarını gıdıklayıcı ürünler yapma konusunda bir dahi, z24 isimli bu dönüştürücünün yeni bir modeli çıkmış ama henüz bulamadım. (Kozmetik bir düzenleme ama olsun.)


JetPens sitesinin meşhur dolmakalem dolum sistemleri (Fountain Pen Filling Systems) isimli videosunu izlemeyen var mıdır bilmiyorum. Belki birinin işine yarar diye buraya bırakıyorum:


16 Şubat 2017

Lamy Safari vs Pilot Metropolitan




Lamy Safari ve Pilot Metropolitan dolmakalemleri bazı özellikleri nedeniyle hem birbirine yakın hem de çok uzaklar. Çünkü çetrefilli konuları, anlayışları ve kavramları temsil ediyorlar. 

Bir başka açıdan düşünelim: Estetik duruş, teknik tasarım, fiyat-fayda ilişkisi, ergonomi ve işlevsellik gibi çeşitli alanlarda mutlak hakikatın olmadığı bazı hususlar vardır. Üstelik bazı konular bilimsel gerçekler gibiyken insan unsuru devreye girdiğinde kişisel bakış, kültür birikimi, fiziksel yeterlilik ve alışkanlıklar nedeniyle her meraklının farklı bir sonuç çıkaracağı bir fikir tartışması doğabilir.
Estetik duruş, teknik tasarım açısından Lamy üstündür. Ergonomi ve işlevsellik tarafından bakacak olursak ise Pilot Metropolitan (MR) daha iyidir.

Peki ama nelere dikkat ederek karar vereceğiz?

Tamamen kişisel alışkanlıklarımız ve bir kalemden beklentilerimize göre karar vermemiz en doğrusu olur. Bir başkasının uzun uzadıya övdüğü dolmakalem sizin elinize hiç uygun gelmeyebilir. Üşenmeyip düşünmek ve merakla araştırmak gerekiyor.

Bu noktada kişisel fikirlerimi söyleyeyim. Nedense Pilot Metropolitan dolmakalemlerini hiç sevemedim. Balina formunda evet, çok güzel bir fikir ama çok yapay bir tasarım gibi duruyor bence. 

(Şimdi balina formu denilince, bu tarzın en mükemmel örneği geliyor aklıma: Lamy 2000 yazım konforu ve estetik duruş açısından yazı yazmayı seven herkesin kalemliğinde olması gereken bir dolmakalem. Bulmak zor ama efsane Parker 51'lerin yuvarlak hatları da  olağanüstüdür.)

Bir de Pilot MR'lerin gövdelerindeki desenleri sevimsiz buluyorum. Lamy Safari ve AL-star kalemlerinde böyle gereksiz süsler yok. Esasen bu süse ve gösterişe önem vermeyen tavrı wabi-sabi felsefesine inanan Japonlardan beklerdim. Fakat Almanların da araç gereçlere  bakışlarında Bauhaus yorumunun farkı var.

Lamy Safari'ye gelince, kolayca uç değiştirmeye imkan verdiği için son derece pratik, hafif ve göz okşayan bir dolmakalem. Ancak unutmayalım ki Lamy uçları bazen sorun çıkartabiliyor, bu nedenle alırken dikkat etmek gerekiyor. Test için mürekkebe gerek yok, ucun kâğıt üzerinde nasıl hareket ettiğine dikkat eder, gözle basit bir kontrol yaparsanız daha sonra üzülmezsiniz. 

Pilot MR uçları ise her zaman belli bir kalitenin üzerindedir, üzmez.

UÇBEYLERİ

Yazım için uç gereksinimlerine gelince EF veya F uçları uzun yazılarda sayfa ekonomisi ve yazım konforu için gereklidir. Kalın uçlar uzun yazılar için pratikte anlamsız ama kısa notlar ve başlıklar için biçilmiş kaftandır.

Ayrı bir yazı konusu için önceden bir iki cümle daha: Yazılarımızı yıllar sonra da okumak istiyorsak eğer mürekkep seçimi de uç seçimi kadar önemli. Son yıllarda açık renkli mürekkepler moda oldu ama kalıcılık açısından bence sorunlular. Yine de eğer açık tonlu mürekkepleri seviyorsanız kalın uçlarla daha çok keyif alırsınız, ince uçlarda ise koyu tonlar tercih edilirse kâğıt üzerindeki kalıcılık için olumlu bir adım atılmış olur. (Elbette görünürlük açısından açık renkli mürekkepler ince uçlu kalemlerde normalde olduğundan daha koyu görünecektir.)

Japonların M ucu ile Batı tipi dolmakalemlerin F ucu birbirine az çok benzer. Ders notları gibi uzun uzun yazı yazılacaksa F veya EF uç kullanılmasını tavsiye ederim. Bu ucun Japon muadili de yine ufak bir farkla M oluyor. Ancak onların alfabeleri farklı, dolayısıyla uç yapısı da farklı, özellikle ince uçlar dönüşlerde ve ters yöndeki hareketlerde biraz zayıflar. 


LAMY SAFARI, PILOT MR DERKEN... KAKÜNO

Gönlüm Lamy Safari'den yana ancak ancak diğer yandan karşılaştırmayla bir ilgisi olmadığı halde bu iki kalemi iyisiyle kötüsüyle düşündükten sonra önereceğim kalem Pilot Kaküno olacak.  

Bilinen dolmakalemler arasında mütevazı duruşuyla da küçük bir hazine gibi. Özellikle Latin alfabesi düşünülerek hazırlanmış Pilot MR karşısında aşırı ince ucuyla Kaküno'nun hiç şansı yok gibi görünse de çok severek kullandığım bir dolmakalem. 

Her ne kadar Japon çocukları için tasarlanmış olsa da ben başka türlü bir alfabe ile yazan bir yetişkin olarak uzun zamandır kullanıyorum ve herkese tavsiye ediyorum. Fiyatı da söz konusu iki kaleme göre çok daha uygun sayılır. (Uygun deyince böyle basit bir dolmakalemin fiyatı 2o-25 tl'den daha fazla olmamalı aslında, ben geçen sene 3o lira civarında bir fiyata aldım ama şu sıra Kaküno'lar 5o tl civarında satılıyor. tuhaf ama birazcık daha üst sınıfa geçmek istiyorsanız iki katını, orta sınıf bir dolmakalem almak istiyorsanız 1o katını vermeniz gerekiyor maalesef.)

Ben gövde ve kapağın gri olduğu şık bir modelini kullanıyorum. Canla başla yazıyor ve asla yorulmuyor, tıpkı çok sevdiğim Sailor mürekkepleri gibi her eve lazım. 

Ek okumalar:



13 Ekim 2016

Hayattan ne öğrendim? - II

30 Eylül 2016, sabah


Hayatın olağan akışını bilirsiniz. Hani bazı davalarda gerekçe kısmına yazılan bir cümle gibi duruyor ama hayatın sahiden olağan bir akışı var. Bu akışın bir adı da var: Hayal kırıklığı. Olağan olan şudur bence, gördüğümüz, bildiğimiz her şeyin altında veya üstünde bir olmamışlık duygusunun boylu boyunca uzanması. Temelde karşımıza çıkanların (onlar her neyse herkesin kendine göre bir listesi olabilir) bizi hayal kırıklığına uğratması son derece sıradan bir duruma işaret eder. Hayal kırıklığının büyük olanı, can acıtanı aynaya baktığımızda gördüklerimizdir.

Kendi adıma, hayal kırıklığı derslerinin en iyi öğrencilerinden biriyim diyebilirim. Aklı başında her insan şöyle bir düşünmüştür bu insanlık dramını, demek isterdim ama aklını kaybedenlerin daha çok düşündüğünü seziyorum. Bunları bir kenara bıraksak bile, kendi adımıza bireysel olarak bulunduğumuz yerden aşırı hoşnut olsak bile, yeryüzüne baktığımızda gördüğümüz şeylerin büyük çoğunluğu can yakıcıdır, ruha azap vericidir.

Güzel şeyler de var elbette, hiç yok diyemeyiz. En başta tabiatın kendisi başlı başına bir güzellik ve umuttur. Sanat başlı başına bir umuttur, biliyorum. Kuşlar, şiirler, maviler, yeşiller, bulutlar, kitaplar, resimler, fotoğraflar, yürümeyi ve yazmayı sevenler... İyi olan her şey, iyileştiren her şey bir güzelliktir. Hayattan öğrendiğimiz çok şey var. Bir cümle daha yazayım: Bitkilere inanan umut sahibi insanların bunca hayal kırıklığını çok daha incelikli yaşadıklarını düşünüyorum.

Öte yandan beni ben yapan şeyleri masanın üzerinde bir noktaya toplayıp baktığımda kendimi görüyorum ama gördüğüm başka bir şey daha var: Bütün hayal kırıklıkları benim kimliğimin bir parçası. Parmağımdaki mürekkep lekesi gibi duruyorlar.

Giderek ben de bir mürekkep lekesine dönüşüyorum.

23 Mart 2016

Uçan postacı, Sailor, Faber-Castell, Don Quijote ve geçmiş hakkında mülahazalar

19. yüzyıl çizerleri, 2000'li yıllarda hayat nasıl olacak diye düşünüp bir şeyler çizmişler.

Hayallerindeki postacı da böyleymiş.

Yolu, niteliği ve biçimi farklı da olsa elbette mektupların çok daha hızlı gideceği konusunda çizerlerin tahminleri doğru çıktı.

Hayat öylesine hızlandı ki bu çizime bakınca gülümsüyoruz.

İlginç olan, güne başka türlü başlamış olduğum gerçeğidir. Sabah masamda bir yandan kahve içip tahıllı poğaçamı yerken, bir yandan Faber-Castell mürekkep şişesini (Stone Grey) inceliyor ve uzun zamandır incelemesini yaptığım Sailor dolmakalemime bakıyordum.

Tam o sırada çok sevdiğim pazarlama müdürümüz masamın önünden geçerken durdu ve gülerek "Mehmet bu ne? 1950'lerde kalmış gibisin..." dedi.

Bu soru, biçim değiştirmiş olsa da geçmişte ne çok yankılanmıştır öyle değil mi?

Aklıma 1605 yılında yayımlanmış bir kitap geldi, hani şu içinde "şövalye romanları okuya okuya sonunda şövalye olmaya özenen roman karakteri" olan adamcağızın öyküsünün anlatıldığı mükemmel eser.

Don Quijote gibi 400 yıl önce bile geçmişe özenenler vardı, öncesi de daha öncesi de vardır.
 
 




10 Mart 2016

Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?*



"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

* Öyle miymiş?, Şule Gürbüz, İletişim Yay., 2016, s.43

Bence Şule Gürbüz, Hölderlin'in eserlerinde acı bir tat buluyor. Acı bir lezzet, tıpkı taş baskı yöntemiyle zeytinyağı elde edilmesi gibi. Asitli, yoğun, ağırlık taşıyan bir öz ama sağlıklı bir zeytinyağı elde edilirken zeytinler öğütülüyor, eziliyor, posası çıkarılıyor, yine eziliyor ve yağı alınıyor. Bazı eserler de böyle ortaya çıkar, Hölderlin gibi yazıyla kendini ifade eden biri doğal olarak mutsuzluktan, kederden dem vuracaktır.

Bu "acı tadı" anlamak için önce Hölderlin'in hayatına sonra yazdıklarının ruhuna bakmak gerekir.

Eylül 2020'de t24 sitesinde "Hölderlin ve Heidegger’de yasın ontopoetikası" başlıklı ve Kaan H. Ökten imzalı bir yazı yayınlandı. Sorusuyu aklımızda tutarak okuyabileceğimiz girişi ise şöyle:

"Babasını kaybettiğinde Hölderlin iki yaşındaydı. Baba ölünce aile başka bir eve taşınmak zorunda kaldı. Hölderlin beş yaşındayken kendisinden bir yaş küçük kız kardeşi öldü. Bunun üzerine aile başka bir şehre göçtü. Burada annesi yeniden evlendi. Üvey babasını çok sevmişti Hölderlin. Aralarındaki ilişki çok sıcak ve sevgi doluydu. Ama üvey babası da dört yıl sonra öldü.

Hölderlin öz babasını kaybettiğinde iki, üvey babasını kaybettiğindeyse dokuz yaşındaydı. Bu kayıp Hölderlin’de, kendi ifadesiyle “kavranamaz acılara” neden olmuştu. Hölderlin yirmi dokuz yaşındayken, bu yas ve acı hissini annesine yazdığı 18 Haziran 1799 tarihli bir mektupta şöyle açıklıyordu: “Bana inanmayacaksınız ama çok iyi hatırlıyorum. İkinci babam öldüğünde, ki onun sevgisini asla unutamam, kavranamaz acılarla kendimi bir yetim olarak hissettiğimde ve sizin her günkü yas ve gözyaşlarınızı gördüğümde, işte o zaman ilk kez ruhumdaki bu ağırlığı [Ernst] hissettim. Yıllarca beni terk etmeyen, hatta yıllar içinde giderek artan bir ağırlıktı bu.” Hölderlin’in ruhundaki bu ağırlık hiç geçmeyecekti.

Ernst sözcüğü ciddiyet, berklik, neşeli olmama, ağırbaşlılık, hakikatlilik, mücadele, direnme, kalkışma gibi anlamlara sahip. Ağırlık demek yani. Hölderlin’in içinde yıllarca artarak devam eden bu ağırlık, yas ve acı, onun varoluşunun temel ruh hali oldu. Şairin şiiri, varlığını bu ruh halinden aldı. İşte bu, tam da bir “ontopoetika” meselesidir. Zira varoluş hisledir. Çok daha sonraları Heidegger buna Dasein diyecektir: İnsanın dünya içindeki açımlayıcı bir hal içinde bulunuşa sahip olan kaygılı ve ölümlü varoluşu."

Kayıpların yanında Hölderlin'in asıl sorunu onu papaz olması için zorlayan ve zengin olduğu halde ona destek olmayan, zor zamanlarda yanında bile istemeyen annesidir. Annesi katı tutumuyla Hölderlin'in hayatını bir cehenneme çevirmiştir. Keza kişisel ilişkilerindeki talihsizlikler de benzeri sonuçlara yol açmıştır.

Bütün bunların sonucunda delilik süreci ve 36 yıllık suskunluk dönemi gelir.

Şimdi soru çok daha anlamlı değil mi?

"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

 

02 Kasım 2011

Dolmakalem ucu seçme sanatı



Dolmakalem uç seçiminde genellikle çoğunluk M yani (medium - orta) dereceli uç seçilir. Daha doğrusu dolmakalem isteyenlere genellikle tek bir seçenek sunuluyor. Ben dolmakalemde orta ve ince (F) uçlarla rahat edemeyen biri olarak hemen her zaman farklı uçları soruyorum. Çok ince (EF) veya italik (1.1 mm) gibi Genellikle "Elimizde başka uç yok" deniliyor. Bazen "arz-talep meselesi, kimse 1.1 uç istemiyor ki getirelim" diye mazeret öne sürerken aslında ne kadar yanlış bir yolda olduğunu itiraf edenler, lakin bunun farkında olmayanlar da oluyor. Netice değişmiyor. Farklı uç bulmak çok zor. Hele esnek uç bulmak imkansız. Ancak internet üzerinden sipariş verilecek, ondan sonra.

Oysa esnek uçlardan mürekkebin dökülüşü müzik gibidir.

18 Ocak 2011

Dolmakalem Ölmedi ama Tuhaf Kokuyor*

(c) Bruno Taut


Dolmakalemin öldüğünü, artık bu tür mürekkepli kalemlerin üretilmediğini zannedenler var. Şaşılacak şey ama dolmakalemin yaşadığından habersiz kişilerle hemen her gün karşılaşıyorum! Ben de onların dolmakalemi geçtim, kalemsiz-deftersiz yaşamalarını eleştirince "bilgisayar ve internet çağında dolmakaleme gerek yok artık" diyorlar.

Sahi öyle mi?



* Başlıktaki ibareyi Nazif Topçuoğlu'nun "Fotoğraf ölmedi ama tuhaf kokuyor" isimli fotoğraf tutkunları için önemli olan çok sevdiğim aynı isimli kitabından ödünç aldım.