23 Mart 2016

Uçan postacı, Sailor, Faber-Castell, Don Quijote ve geçmiş hakkında mülahazalar

19. yüzyıl çizerleri, 2000'li yıllarda hayat nasıl olacak diye düşünüp bir şeyler çizmişler.

Hayallerindeki postacı da böyleymiş.

Yolu, niteliği ve biçimi farklı da olsa elbette mektupların çok daha hızlı gideceği konusunda çizerlerin tahminleri doğru çıktı.

Hayat öylesine hızlandı ki bu çizime bakınca gülümsüyoruz.

İlginç olan, güne başka türlü başlamış olduğum gerçeğidir. Sabah masamda bir yandan kahve içip tahıllı poğaçamı yerken, bir yandan Faber-Castell mürekkep şişesini (Stone Grey) inceliyor ve uzun zamandır incelemesini yaptığım Sailor dolmakalemime bakıyordum.

Tam o sırada çok sevdiğim pazarlama müdürümüz masamın önünden geçerken durdu ve gülerek "Mehmet bu ne? 1950'lerde kalmış gibisin..." dedi.

Bu soru, biçim değiştirmiş olsa da geçmişte ne çok yankılanmıştır öyle değil mi?

Aklıma 1605 yılında yayımlanmış bir kitap geldi, hani şu içinde "şövalye romanları okuya okuya sonunda şövalye olmaya özenen roman karakteri" olan adamcağızın öyküsünün anlatıldığı mükemmel eser.

Don Quijote gibi 400 yıl önce bile geçmişe özenenler vardı, öncesi de daha öncesi de vardır.
 
 




10 Mart 2016

Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?*



"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

* Öyle miymiş?, Şule Gürbüz, İletişim Yay., 2016, s.43

Bence Şule Gürbüz, Hölderlin'in eserlerinde acı bir tat buluyor. Acı bir lezzet, tıpkı taş baskı yöntemiyle zeytinyağı elde edilmesi gibi. Asitli, yoğun, ağırlık taşıyan bir öz ama sağlıklı bir zeytinyağı elde edilirken zeytinler öğütülüyor, eziliyor, posası çıkarılıyor, yine eziliyor ve yağı alınıyor. Bazı eserler de böyle ortaya çıkar, Hölderlin gibi yazıyla kendini ifade eden biri doğal olarak mutsuzluktan, kederden dem vuracaktır.

Bu "acı tadı" anlamak için önce Hölderlin'in hayatına sonra yazdıklarının ruhuna bakmak gerekir.

Eylül 2020'de t24 sitesinde "Hölderlin ve Heidegger’de yasın ontopoetikası" başlıklı ve Kaan H. Ökten imzalı bir yazı yayınlandı. Sorusuyu aklımızda tutarak okuyabileceğimiz girişi ise şöyle:

"Babasını kaybettiğinde Hölderlin iki yaşındaydı. Baba ölünce aile başka bir eve taşınmak zorunda kaldı. Hölderlin beş yaşındayken kendisinden bir yaş küçük kız kardeşi öldü. Bunun üzerine aile başka bir şehre göçtü. Burada annesi yeniden evlendi. Üvey babasını çok sevmişti Hölderlin. Aralarındaki ilişki çok sıcak ve sevgi doluydu. Ama üvey babası da dört yıl sonra öldü.

Hölderlin öz babasını kaybettiğinde iki, üvey babasını kaybettiğindeyse dokuz yaşındaydı. Bu kayıp Hölderlin’de, kendi ifadesiyle “kavranamaz acılara” neden olmuştu. Hölderlin yirmi dokuz yaşındayken, bu yas ve acı hissini annesine yazdığı 18 Haziran 1799 tarihli bir mektupta şöyle açıklıyordu: “Bana inanmayacaksınız ama çok iyi hatırlıyorum. İkinci babam öldüğünde, ki onun sevgisini asla unutamam, kavranamaz acılarla kendimi bir yetim olarak hissettiğimde ve sizin her günkü yas ve gözyaşlarınızı gördüğümde, işte o zaman ilk kez ruhumdaki bu ağırlığı [Ernst] hissettim. Yıllarca beni terk etmeyen, hatta yıllar içinde giderek artan bir ağırlıktı bu.” Hölderlin’in ruhundaki bu ağırlık hiç geçmeyecekti.

Ernst sözcüğü ciddiyet, berklik, neşeli olmama, ağırbaşlılık, hakikatlilik, mücadele, direnme, kalkışma gibi anlamlara sahip. Ağırlık demek yani. Hölderlin’in içinde yıllarca artarak devam eden bu ağırlık, yas ve acı, onun varoluşunun temel ruh hali oldu. Şairin şiiri, varlığını bu ruh halinden aldı. İşte bu, tam da bir “ontopoetika” meselesidir. Zira varoluş hisledir. Çok daha sonraları Heidegger buna Dasein diyecektir: İnsanın dünya içindeki açımlayıcı bir hal içinde bulunuşa sahip olan kaygılı ve ölümlü varoluşu."

Kayıpların yanında Hölderlin'in asıl sorunu onu papaz olması için zorlayan ve zengin olduğu halde ona destek olmayan, zor zamanlarda yanında bile istemeyen annesidir. Annesi katı tutumuyla Hölderlin'in hayatını bir cehenneme çevirmiştir. Keza kişisel ilişkilerindeki talihsizlikler de benzeri sonuçlara yol açmıştır.

Bütün bunların sonucunda delilik süreci ve 36 yıllık suskunluk dönemi gelir.

Şimdi soru çok daha anlamlı değil mi?

"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

 

09 Mart 2016

"Turnalar, arı kuşları, sabunotları"*



Bu sabah, çok sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün, "Öyle miymiş?" kitabını görme, şöyle bir karıştırma ve bir parça okuma şansına kavuştum.

İlk izlenimim şu: "Öyle miymiş?", Şule Gürbüz'ün diğer kitaplarıyla doğrudan ilgisi olmayan bir kitap. Ruh aynı ama derinlik ve kuşatıcılıkta bir başka noktada, ruh aynı ama daha kavrulmuş, daha uzaklara gitmiş, daha çok şey görmüş, daha çok şey duymuş.

"Coşkuyla Ölmek" önemli bir merhaleydi, "Öyle miymiş?" okurun elinden tutup yükselten, okuru yücelten, okuyanı her şeye bir kez daha dikkatlice bakma isteği duyuran bir kitap.
İlk bakışta şunu sezdim, bizim de kendimizi yazarın gördüklerine, bildiklerine ve sezdiklerine yaklaşmamız için sözünü ettiği konularda az da olsa bilgi sahibi olmamız gerek. Her cümle üzerinde düşünülmüş, her kelime kendi yerini bulmuş. Bizim de bu kitaba göre, eğer yazarı ve yazılanları ciddiye alacaksak kendimizi yeniden değerlendirmemiz gerek.

Şöyle düşünüyorum: Şule Gürbüz'ü ve yazdıklarını değerli bulanlar, kendilerini dünyanın acısını daha iyi görmeye, zamanı daha iyi anlamaya çalışanlar cuma günü kitabı aldıklarında manevi gücü sarsıcı bir metinle karşılaşacak ve daha çok kitap okumak, aynı cümleleri bu kitapların ışığında yeniden görmek isteyecek.

44 yaşındayım, iflah olmaz bir okur olduğumu, iyi kitapları okuduğumu düşünüyordum, dünyanın en güzel kitaplarını da bildiğimi, okuduğumu sanıyordum, sadece şöyle bir bakmak ile kendimi değişmiş buldum, edebiyata olan bakışımı da yeniden düşünmek istiyorum şimdi.

Bu yazının ilk kelimelerini yazmaya başladığımdan beri, kendi kendime "abartmaktan kaçın" diye telkinlerde bulunuyorum fakat içimden bir ses her şeyi abartabileceğimi, coşkuya kapılabileceğimi, edebiyatı gerçekten sevdiğim için mutlu olabileceğimi, dünyanın bütün acısını ve insanın sarsıntısını bana duyuran eşi benzeri olmayan bir kitapla karşılaştığımı söylüyor.

"Öyle miymiş?" 11 Mart Cuma günü piyasaya çıkacak. Bence o gün Şule Gürbüz okumayı sevenler kendilerini başka bir zamanda bulacak ve her şeye başka bir yerden bakacak.

Önemli bir yazarla aynı zaman diliminde yaşamamız büyük bir şans.

*Öyle miymiş?, İletişim yay., 2016, s.17

25 Şubat 2016

Eski İstanbul'da Bir Kral Lear


Yıllar önce, eski İstanbul'da, kilise-camilerden birine yakın her köşesinde tarihi nesneler olan bir restorandaydım. Vakit, ikindi suları, güneş henüz etkisini kaybetmemiş, Doğu Roma çağında da aynı güneşe başka insanlar da yüzünü dönmüştü, ben de onlar gibi pencere kenarına yerleştim.

Karşımda Çin yapımı, üzerinde ejderha figürü olan porselen bir çaydanlık, duvarda kendine güvenen bir hattatın keskin çizgilerini barındıran bir levha, masada ise Turgenyev'in "Bozkırda Bir Kral Lear" kitabı. İngilizler, Ruslar, Çinliler, Doğu Romalılar, Osmanlılar arasındaydım. Gezegenin bir köşesine sıkıştırılmış medeniyetler çalkantısı içinde başım hafiften dönüyordu.

Ali İkizkaya yapımı güzel defterlerinden birini yazmak için çantamdan çıkardım. Henüz dergi işlerine bulaşmamışım, dolayısıyla zihnim çok kederli değil. 

Lamy Al-star'larım çoktu o zaman, çünkü şimdiki gibi pahalı da değillerdi, yazı yazmanın iyi geleceğini düşündüğüm arkadaşlara hediye edebileceğim kadar ucuzdu. Şimdi elimde birkaç tane kaldı, eskilerle daha çok ilgilendiğim için bir kenarda bekleşiyorlar.

O zaman eski dolmakalemlere yine düşkündüm ama şimdiki gibi değil, mahçup bir zevk gibi eski kalemleri saklıyordum. Sonra yavaş yavaş, ihtiyar kalemlerimle gurur duymayı da öğrendim. Eski kalemler de şans işi, ancak karşınıza iyi bir kalem çıktığında o da çok ama çok iyi oluyor.

Yine de düşünmeden edemiyorum, Lamy'lerin büyüleyici yanı nedir? Ucunun kolayca çıkartılabilmesi gibi pratik nedenlerden dolayı mı? Tasarımının zamansızlığı mı? Yoksa renklerinin etkileyici oluşu mu?

Orta şekerli bir Türk kahvesi istedim.



24 Şubat 2016

"Mehtabın ördüğü saatler nerde?"




YAĞMUR

Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde, 
Bir parça uzaklaş kederlerinden. 
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden, 
Mehtabın ördüğü saatler nerde? 
Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin, 
Yağmur ince ince toprağa sinsin, 
Bir başka âlemden gelmiş gibisin, 
Dalmış gözlerinle pencerelerde. 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar 
 
***

Fotoğraf ile şiir ilgisiz gibi.

Hayat böyle zaten, yazı yazarken insanın aklına bir yığın şey geliyor:

Mesela, "Okumak iptiladır, müptelalara selam."

Yahut Peter Bichsel'in yazdıkları:

“Kitabı kurtarmak için parmağımı bile oynatmam. Batacağı varsa batar. Benim kitaplarım var, evde. Onlar batmaz, orada duruyorlar işte. İnsanın neden kitap için bir şeyler yapması gerektiğini anlamıyorum. Kitaba ihtiyaç kalmazsa kitaba ihtiyaç kalmamış demektir. Kimi insanlar, kendilerini okur sayar. Sonra da, ‘Ben, bir doktorum’ derler, ‘Okumaya hiç zamanım yok’ Şimdiye dek bir alkoliğin, ‘Ben, doktorum, içmeye zamanım yok’ dediğini duymadım. Herhangi bir tiryakinin, ‘Aslında günde üç paket içerim ama şu sırada hiç zamanım yok’ dediğine de tanık olmadım. 

Bağımlılık nedir, ona dikkat çekmeye çalışıyorum. Okumak, harfleri yan yana dizmek ve bu harflerin ağaçlar ve evler ve insanlar ve anlaşmazlıklar ve güçlükler yaratması, bunların sadece harflerden oluşabilmesi gibi bir mucize, bu coşku, insanı bağımlı yapar, ya da yapmaz. Ve bir bağımlılık, ihtiyacı olan her neyse, ona ulaşmanın yolunu her zaman bulur ve dediğim gibi, eğer bir gün ortada kitap kalmazsa, evimde kitaplarım var, onların hepsini bir daha okuyabilirim. Ve hepsini bir daha okuyuncaya dek epey yaşlanırım herhalde. Bana bir şey olmaz!”

Hayat böyle işte, birbiriyle ilgili ilgisiz bağlantılardan mürekkep. 
Ben daha tuhaf bağlantılar da buluyorum:

Mesela şiiri son dizeden başlayarak, ilk dizeye kadar okurken başka bir şiiri okur gibi türlü şeyler düşünüyorum. 

Son dizeyi okuyunca da ("Dalmış gözlerinle pencerelerde.") aklıma dolmakalemlerin mürekkep penceresi geliyor. 

Bir önceki dizede ise ("Bir başka âlemden gelmiş gibisin,") sanki kitaplardan söz ediliyormuş gibi düşüncelere dalıyorum.