Ali İkizkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali İkizkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2018

Kazanmak



Şaşırtıcı ama gerçek, Lamy gibi bir marka küçümsenebiliyor. Diyorlar ki, Lamy 2000'lerin başında sağda solda üç kuruşa satılırken kimse yüzüne bakmıyormuş, ama distribütör değişince on, on beş kat daha pahalıya satılmaya başlayınca ikon haline gelmiş, dandik plastikten bir kalem markasıymış. 

Evvela şunu söylemek gerekir: Eskiden uygun fiyata satılan kalemlerin ve mürekkeplerin şimdi pahalı olmasının en önemli nedenlerinden biri paramızın değerinin giderek düşmesidir.

Öteden beri söylenir, Lamy, Avrupa 9.90 avroya satılan ucuz bir kalemmiş, Pelikan varken Lamy'nin adı bile anılmazmış falan filan.

Ancak, Lamy sadece Avrupa ülkelerinde değil; Çin ve Japonya gibi Uzakdoğu ülkelerinde de Amerika'da da çok popüler ve kıskanılan bir marka. Instagram, Facebook, Tumblr, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerine, her gün bir yenisi açılan bloglara bakınca evet bir etken ama sadece ucuzluğun/pahalılığın bir kıstas olamayacağını anlamak gerekmez mi? Dahiyane tasarımın, etkileyici renklerin bir önemi yok mu?

Benim başka bir gözlemim var; bugün sadece Lamy değil, pek çok marka değer görüyor, popülerleşiyor. (Şaşırmadınız ama çok değil 7 yıl önce bile böyle değildi.)

Mesela 2000'lerin başında değil 2010'ların başında bile ülkemizdeki kırtasiyelerde Sailor marka dolmakalemi de Sailor marka mürekkebi de bulmak olanaksızdı. (Şimdi başka kalem tanımayan Sailor fanatikleri bile var.)

Mesela gencecik insanlar arasında bir Montblanc düşkünlüğü görülüyor. Bu kişilerle konuşuyorum, yazılanları okuyorum ve ailelerinden gelen bir bağ göremiyorum. Öyleyse bu ilgi nereden geliyor?

Çünkü dolmakaleme, mürekkebe, deftere ilgi artıyor. (Defter konusunda emin değilim, kalem fetişizmi nedeniyle o konuda maalesef çok gerideyiz.)

Hemen olmadı elbette, kırtasiyelerin neredeyse hepsi daha dolmakalem ucu değişimi yapmazken olaylar şu yazıyla başladı ve çığ gibi büyüdü.

O yıllarda mesela dolmakalem ile ilgili Türkçe içerik araması yaptığınızda karşınıza sadece (2005 doğumlu) Fountain Pen Network çıkıyordu.

Sözünü ettiğim yazıdan habersiz ikinci bir blog da yazılara başlamıştı. 2 yıl sonra insanlar gruplar halinde örgütlenmeye ve kırtasiyelerden taleplerde bulunmaya başladı.

Bu yazıdan 3 yıl sonra memleketimizde sponsor desteği olmadan büyük bir cesaretle türünün tek örneği olan yazı kültürü dergisi, Mürekkepbalığı ortaya çıktı. Ülkemizdeki ilk dolmakalem ve ilk mürekkep incelemesi bu dergide yayımlandı. TV kanalları, gazeteler konuyla ilgili yayınlara başlayınca kırtasiyeciler de blogları takip etmeye başladı. Yeni bloglar açıldıkça ilgi duyanlar çoğaldı.

Yani aslında şirketlere rağmen meraklı insanlar her şeyi, hatta şirketleri zorlamış oldu. Meraklılar halen zorluyor ama şirketler/distribütörler yanlış bir yolda gidiyor bence. Kültür olmadan, sevgi olmadan, bilgi olmadan en önemlisi hikmet olmadan, sadece para kazanma amacıyla yola çıkan her girişim hüsrana uğrayacaktır diye düşünüyorum.

Daha önce yazmıştım, Hermann Hesse'in başyapıtı olarak görülen kitapta, Siddhartha şöyle der: "Bilgi anlatılabilir ama hikmet nakledilemez. İnsan onu bulabilir, onu yaşayabilir, onunla güçlenebilir, onunla harika şeyler yapabilir ama onu anlatması ve öğretmesi mümkün değildir."

Sonuçta talep var, arz olmaz mı? İnsanlar merak ettikçe ekonomik bir karşılığı da oldu. Memlekete getirilmeyen kalemler, bilmediğimiz renklerde mürekkepler gelmeye başladı. (Böylece yurtdışına giden eşe dosta yalvarmaktan bir nebze kurtulduk.)

İnanmayacak olanlar vardır elbette ama Lamy iyidir derim. Çünkü Lamy kalemlerinin fiyatları yine de anlaşılabilir, öyle markalar var ki ateş pahası, yanına bile yaklaşmak zor. O dandik denilen plastik dolmakalemlere âşık insanlar var.

Sözün özü: Lamy ilham vericidir, yararlıdır. Asla küçümsenecek bir marka değildir.


Lamy dolmakalemle yazı yazarken dinleyecek müzik arayanlara gelsin: "Severim ben seni"

06 Nisan 2016

Defter Bağımlılığı



İnsan iyi bir şeye alışınca kötüye razı olmak istemiyor, tuhaf ama kötüye razı olanlar da iyisini aramıyor. Ne zaman bir yerde defter görsem hemen bakarım ama "dolmakaleme uygun" diye satılan defterlerin çoğunluğunun silikonlu kâğıtlardan mürekkep olduğunu anlayınca canım sıkılıyor. Bu nedenle yıllardır Ali İkizkaya'nın hakiki Japon ve hakiki Fransız kökenli güzel kâğıtlara sahip defterlerinin müptelasıyım. Epeyce de stoklamıştım, ancak son zamanlarda tembellikten çok fazla yazamasam da her güzel şeyin sonu geldiği gibi defterlerin de tükeneceğini anladım ve can havliyle Ali Beyi aradım. Geçenlerde imdat çağrımın karşılığı da Göcek sularından İstanbul'a ulaştı.


Ellleri dert görmesin. Defterlerin her birini ayrı ayrı ayrı paketlemiş, yolda başlarına bir şey gelmesin diye pamuklara da sarmış.

Emek değil laf salatasının daha değerli olduğu, geleceğe kalmayan boş işlerle uğraşanların el üstünde tutulduğu böyle acılarla dolu bir zamanda işine özen gösteren insanları bulunca her defasında şaşırıyorum. Bu zamanda bırakın iyi zanaatkârı, iyi tamirci bulmak bile zor. (Tamir işleriyle ilgilenen saat ustalarının bile "ustalığı" günümüzde sadece parça değiştirmekten ibaret olunca, mesela Recep Gürgen ile Şule Gürbüz'e usta demek doğru değil onlar gibi ustalara "büyük usta" dememiz gerekiyor.)

Üreten, yaptığı işe özen gösteren, bir eser meydana getiren, zanaatkâr bulunca da desteklemek gerektiğine inanırım. Aniki defterlerinin ilk müşterisi olmakla hep gurur duydum.



Alıştığım beyaz kâğıtlı defterlerin yanında (öylesine beyaz ki diğer beyaz kâğıtların yanında bembeyaz kalıyorlar) bu sefer yeni defterler vardı. Yıllardır mürekkebin rengini çok güzel gösteriyor diye tercih ettiğim defterlerin yanına Ali Beyin telefonda büyük övgüyle söz ettiği yeni defterlerden de sipariş vermiştim.

Hakikaten dediği kadar varmış. Hayır, aslında az bile söylemiş. Yazmaya başlayınca krem renkli kâğıdın yumuşaklığı karşısında küçük dilimi yutuyordum sanki. Bir arkadaşın düzeltmem için verdiği dolmakalemin bozuk ucu bile kağıdın üzerinde sanki hiç sorunu yokmuş gibi gezinmeye başlayınca daha bir şaşırdım, "seni yalancı seni" deyip onu defterden ayırdım.

Beyaz kâğıtlı defterler gözümden düştü bir anda onları bir kenara bıraktım ve gözümü yormayan, mürekkebi sarıp sarmalayan bu yumuşacık kâğıda yazmanın tadını çıkardım.

Şimdi, günlük notların yanında üçüncü kez okumaya başladığım Şule Gürbüz'ün "Öyle miymiş?" kitabından seçtiğim cümleleri yazıyorum. (Ufkumu açan şeylere takıntılıyım, Jay Griffiths Hanımın Zamana Kaçamak Bir Bakış kitabını da kim bilir kaçıncı kez okuyorum, saymayı bıraktım artık.)

25 Şubat 2016

Eski İstanbul'da Bir Kral Lear


Yıllar önce, eski İstanbul'da, kilise-camilerden birine yakın her köşesinde tarihi nesneler olan bir restorandaydım. Vakit, ikindi suları, güneş henüz etkisini kaybetmemiş, Doğu Roma çağında da aynı güneşe başka insanlar da yüzünü dönmüştü, ben de onlar gibi pencere kenarına yerleştim.

Karşımda Çin yapımı, üzerinde ejderha figürü olan porselen bir çaydanlık, duvarda kendine güvenen bir hattatın keskin çizgilerini barındıran bir levha, masada ise Turgenyev'in "Bozkırda Bir Kral Lear" kitabı. İngilizler, Ruslar, Çinliler, Doğu Romalılar, Osmanlılar arasındaydım. Gezegenin bir köşesine sıkıştırılmış medeniyetler çalkantısı içinde başım hafiften dönüyordu.

Ali İkizkaya yapımı güzel defterlerinden birini yazmak için çantamdan çıkardım. Henüz dergi işlerine bulaşmamışım, dolayısıyla zihnim çok kederli değil. 

Lamy Al-star'larım çoktu o zaman, çünkü şimdiki gibi pahalı da değillerdi, yazı yazmanın iyi geleceğini düşündüğüm arkadaşlara hediye edebileceğim kadar ucuzdu. Şimdi elimde birkaç tane kaldı, eskilerle daha çok ilgilendiğim için bir kenarda bekleşiyorlar.

O zaman eski dolmakalemlere yine düşkündüm ama şimdiki gibi değil, mahçup bir zevk gibi eski kalemleri saklıyordum. Sonra yavaş yavaş, ihtiyar kalemlerimle gurur duymayı da öğrendim. Eski kalemler de şans işi, ancak karşınıza iyi bir kalem çıktığında o da çok ama çok iyi oluyor.

Yine de düşünmeden edemiyorum, Lamy'lerin büyüleyici yanı nedir? Ucunun kolayca çıkartılabilmesi gibi pratik nedenlerden dolayı mı? Tasarımının zamansızlığı mı? Yoksa renklerinin etkileyici oluşu mu?

Orta şekerli bir Türk kahvesi istedim.



26 Aralık 2014

Bir haber ve bir söyleşi üzerine


Geçtiğimiz pazar (21.12.2014) Sabah gazetesinin ekinde "Kalemim olmadan asla!" başlıklı bir yazı yayımlandı.



Yazının girişindeki fikirlere, özellikle "Kalemin dijital çağa yenik düşmesi" önyargısına itirazımı sonraki yazıya bırakıyorum. Bu sayfanın sonundaki kısma gelince bana ayrılan bölümü gördüm. Birkaç cümle ile sayfaya konuk olmuşum. Öncelikle Salih Zengin'e teşekkür ederim. Yazı bence yeterli değil ama güzel bir derleme olmuş. Ancak iki sayfaya yayılacak bir yazı tek bir sayfaya düşünce pek çok şey atılmak zorunda kalınmış. En azından benim cümlelerim sorunlu olduğu için böyle düşünüyorum:
"Dolmakalem meraklılarının buluştuğu sitelerden birisi olan erguvankalem.blogspot.com.tr yöneticisi Mehmet Çelik "Bir blog açarak yazı kültürüne olan ilgimi başka insanlarla paylaşmak istedim. Çünkü cebimde dolmakalem görenlerin bazı soruları oluyordu, bu konuda bilgi eksikliği çoktu. Bir blog açarak kendi çapımda bir tanıtım yapayım demiştim, sonra örnek alındı ve çok site açıldı" diyen Çelik, sitesinin ziyaret trafiğinin oldukça iyi olduğunu kaydediyor."
Bu cümlelere bakılınca çok kibirli görünüyorum. Daha da vahim olanı söylemediğim  cümlelerin söylediklerimi özetlemek adına ben söylemişim gibi yayımlanması olmuş. "Blogumun örnek alındığını" söylemedim, blogumun "ziyaret trafiğinin oldukça iyi olduğunu" da söylemedim.

Oysa Salih Bey bana üç soru sormuştu, ben de uzun uzun cevap vermiştim. Bu nedenle söyleşinin tamamını aşağıda okuyunca yukarıda yer darlığından küçülen ve özetlenince farklı anlaşılabilecek ve ayrıca bana ait olmayan cümlelerin gerçekte oldukları halini görüp ona göre sağlıklı bir fikir edinebilirsiniz:


S.Z. >> Dolmakalemlerin sizin için anlamı ne ve neden bu blogu açtınız?

M.Ç. >> Lise yıllarında kullanılmış bir Sckriss 17 almıştım. Bu kalemin tasarımının güzelliğine, çizgilerinin pürüzsüzlüğüne ve gizli ucunun yumuşak yazımına hayran olmuştum. Daha önceki basit kalemlerime hiç benzemiyordu. Kartuşlu değildi pistonlu bir dolum sistemi vardı. Kâğıda bastırmak zorunda değildim, kesintisiz yazabiliyordum. Biraz meraklııyımdır, araştırmaya başladım, 1980'lerin sonunda ülkemizde doğru dürüst dolmakalem ve mürekkep yoktu. Üniversitede arşivcilik okuduğum sıradaysa derslerimizden biri kâğıt ve kitap sanatlarıyla ilgiliydi. Fatih döneminden kalma bir kitaptaki mürekkebin aradan 500 yıl geçmiş olmasına rağmen halen canlı olduğunu görmek yeniden yazı kültürüne olan sevgimi ve hayranlığımı artırdı, kâğıt üzerindeki yazı yüzyılları aşıyordu! 

Dolmakalem benim için tarih demek, sanat demek, gençliğim demektir. 25 yıl önce kullandığım dolmakalemi halen kullanıyorum, iyi bir dolmakalem zamana meydan okuyabiliyor, tükenmiyor. Dolmakalem incelikli bir zevktir, bilgi ve görgü gerektirir. Bir blog açarak yazı kültürüne olan ilgimi başka insanlarla paylaşmak istedim. Çünkü cebimde dolmakalem görenlerin bazı soruları oluyordu, bu konuda bilgi eksikliği çoktu. Üstelik dolmakalem uçlarınının değişebildiğinden bile habersiz çok sayıda kırtasiyeci vardı. Bir blog açarak kendi çapımda bir tanıtım yapayım demiştim. Çok bildiğimden değil, bir yandan öğrenmek için blogta yazmaya başladım.

S.Z. >> Bu tarz bloglar çok mu ve dolmakaleme ilgi nasıl?

M.Ç. >> Erguvan Kalem isimli blogumu açtığım sırada sadece Ali İkizkaya'nın "Yazmak Keyiftir" isimli blogu vardı. Ali Bey, teknik açıdan üst düzey bilgiye sahiptir. Halen bu konularda ondan daha bilgili bir yazı adamı göremedim. Ben ise daha çok dolmakalemin kültür tarihi ve duygusal yanıyla ilgileniyordum. Biz yazmaya başladıkça, ilgi çoğaldı, kırtasiyeciler de bir şeyler öğrenmeye başladı, meraklılar da öğrendi. Bazı arkadaşlarımız sadece öğrenmekle kalmadılar kendi kişisel düşüncelerini paylaşmak için blog açmaya başladılar. 
Bilgi ve görgü de arttı haliyle. Bunun sonucunda bilinçli müşterilerden gelen talep doğrultusunda 4 yıl önce ülkemizde bulunmayan marka dolmakalem ve mürekkepler getirtilmeye başlandı. Yine ilk defa yazı kültürüne yönelik, Mürekkepbalığı isimli bir dergi çıktı. Ülkemizde ilk defa Mürekkepbalığı dergisinde sayfalar süren dolmakalem ve mürekkep incelemesi yayımlanıyor ve koleksiyoncularla konuşuluyor.


S.Z. >> Sitenizin nasıl bir ziyaretçi trafiği var?

M.Ç. >> Yıllar içinde çoğalsa da Erguvan Kalem'in hiçbir zaman çok ziyaretçisi olmadı. Benim de takip ettiğim çok daha popüler kalem blogları var. Fakat sanıyorum en çok e-posta alan blog Erguvan Kalem'dir. Her yazıdan sonra, e-posta adresime mektuplar geliyor. Kimi uzun, kimi kısa olan bu mektupların bir kısmı benim yazdığım blog yazısından çok daha güzel oluyor.
Yeni bir kalem ve mürekkep almak isteyenler diğer bloglara gidiyor, ben de zaten bu tür soruları genellikle diğer bloglara yönlendiriyorum, bu tür sorulara ayıracak vaktim yok maalesef. Fakat yazı kültürüyle, yazarlarla, şairlerle, yazarken geçen zamanla ilgili, tarihle ve yazı yazmanın duygusal yönleriyle ilgili e-postaların her birini cevaplamaktan mutluluk duyuyorum.



19 Kasım 2011

İyi defterin peşinde bir ömür



İyi defter zor bulunuyor. Bazı defterler belli dönemlerde üretiliyor. Sözgelimi Unicef artık 1990'lı yıllarda ürettiği aşık olduğum o güzelim defterlerden artık yapmıyor. O yıllara dönebilsem bir yere stok yapmayı çok isterdim. 

Bugün üretilen defterlere gelirsek Daler-Rowney mesela eskiden İngiltere'de üretirdi çizim defterlerini (sketchbook) şimdi ise Çin'de üretiyor. Moleskine defterlerinin çoğu yine Çin'de üretiliyor. Defterlerin Çin'de üretilmesi kötü bir şey değil. Sonuçta Çin kağıdın anavatanı sayılır. Ama üretim yeri değişince eski deftere benzese de defter artık aynı defter değildir, kokusu bile farklı olur. 

Söylemek istediğim şey: Bulup sevdiğiniz bir defteri bir daha bulamayabilirsiniz o yüzden bir deftere ısındığınızda elinize para geçtikçe stok yapın. Çok faydasını göreceksiniz.

İki yüz yıllık bir geçmişi bulun efsane Moleskine defterlerin doğduğu küçük atölyeler gibi, irili ufaklı defter üreten atölyeler vardı dünyanın dört bir yanında. Küçük atölyeler artık çok azaldı. Eski Moleskine'lerden de üretilmiyor, 1980'lerde son üretici de kapandı. Bugün merkezi İtalya'da bulunan yeni bir şirket eski Moleskinlerin benzerini yeniden üretiyor. 

Daha önce söylediğim noktaya tekrar geliyorum böylece: Defter canlı bir şeydir, her zaman aynı defteri bulamazsınız. Çünkü her zaman aynı kağıt bulunmaz. Babasının dedesinin işini devam ettiren çocuklar, torunlar da her zaman görülmez. Bazen de ekonomik gelişmeler öylesine acımasız olur ki her şey değişir, şirketler batar.

Müşkülpesent değilseniz defter bulmak kolaydır aslında. Ama zor beğenenler için sevilecek defter bulmak o kadar kolay değildir. Gönlünüze göre defter bulmak ise bilenlerin takdir edeceği gibi çok çetrefilli bir iştir, aramak bulmak neredeyse eziyete dönüşebilir. Tam 'işte hayatımın defterini buldum' dersiniz, uzaktan çok hoş görünür, sonra bir bakarsınız defterin daha önce dikkat etmediğiniz bir özelliği size itici gelir. (Galiba insanlar da defterlere benziyor.)
Kendi defterimi kendim tasarlayayım deyip, defter yaptırmaya da çalıştım bir zamanlar. Şöyle iyi bir kağıt buldum (bulduğumu zannettim), sonra onları kestirip güvenilir bir ciltçiye gittim (veya gittiğimi sandım). Ancak işler düşündüğüm gibi olmadı nedense. Cildi pek beğenmedim. O deftere yazamadım. Cilt pek güzel olmadığından, defter düzgün açılmıyordu, ben de rahat yazamıyordum. Kağıt ise aslında kullandığım mürekkeplere uygun değildi. Yine fabrikasyon defterlere dönmek zorunda kaldım. (Neyse aradan 10 yıl geçtiği için o günleri unuttum.)

Neyse ki, talihli bir insanmışım. Günün birinde yıllar sonra memleketimde olmayacak bir şey oldu. Kendi başına, evinin bir odasını atölyeye dönüştürüp defter üreten birisini buldum. İyi defter üretmenin ne kadar zor olduğunu bildiğim için bu defterlerin kıymetini iyi biliyorum. Aynı defterleri başka bir yerde bulamayacağım için ondan defter alıyorum artık. 


Fotoğraf: Aniki Levend A5 Notebook Stretch Test 48hr  via http://www.flickr.com/

11 Ağustos 2011

Yeni bir dünya

Perşembe günlerini severim. Yeni bir deftere bir perşembe günü başladıysam çok sevinirim, o deftere daha bir güzel yazarım sanki.

Bugün de öyle elimde şahane bir defter var. Fakat elimdeki defter fabrika işi, sıradan bir defter. Keşke bu elimdeki defter Göcek Padişahı Ali İkizkaya'nın el yapımı/ev yapımı defterlerinden biri olaydı, daha çok sevinirdim. Yine de fazla ahlanıp vahlanmayayım, bir gün postadan defterin hası çıkıverir, hasret biter. Kısmet diyelim.

Neyse. Konuyu dağıtmayayım. Yeni bir defter, üzerinde hiç mübarek bir mürekkep lekesi dahi olmayan, kağıdın su yollarının rahatça görülebildiği bir defter, oyuncuların henüz hamle yapmadığı için üzerinde nice ihtimallerin bulunduğu bir satranç tahtasına benziyor.

"Evvela ne yazmalı?" diye her defasında bir ölçü düşünmek, bir ölçü pencereden dünyaya bakmak, nihayet son bir defa tuhaf şeyleri hatıra getirmek için masada duran kitabın rayihasıyla mest olup yazmaya karar vermeliyim.

İlk olarak tarih yazmalı elbette. Bugünün tarihini "11 Ağustos 2011 Perşembe" yazarak başlıyorum.

Sonra bu sıralar bitirmek istemediğim, yazar ve saat tamircisi Şule Gürbüz'ün edebiyat tarihimize geçecek olağanüstü güzellikteki "Zamanın Farkında" isimli kitabından bir alıntı yapacağım.

Sonra, sonrası iyilik güzellik demek isterdim.

Ancak bundan sonra bir hırpalanma safhası başlar. Defterin yükü hayatımı paylaştığı için ağırlaşır, okuduğum kitaplarla derinleşir. Defter hırpalandıkça, o sade yavan halinden uzaklaştıkça kişilik bulur, kendi olur, kağıt yığını olmaktan çıkar defter olur.

Şimdi, yazma vaktidir.