29 Mart 2016

Şitao'yu ararken François Cheng'i bulmak





Bir akşam üzeri, mürekkep, fırça ve renk kullanımında yenilikçi tavrı olan ve etkisi günümüze kadar süren Şitao isimli 17. yüzyılda yaşamış (1642-1707) bir ressamı araştırırken karşıma François Cheng adında bir adam çıktı. 

François Cheng, Şitao'yu anlatan bir kitap yazmış. 

Fransız ismi taşıyan bir Çinli çok ilginç geldi bana ve kimdir bu adam diye bakınca gördüm ki kendisi şair, yazar, çevirmen ve hattat imiş. 

François Cheng, Çin'de 1929'da doğmuş, 1948'de ise tek kelime Fransızca bilmeden Fransa'ya gelmiş. 1973'te de Fransız vatandaşı olmuş. Fransız Akademisi'ne seçilen ilk Asya kökenli kişi kendisi. 

 20. yüzyılın en önemli psikanalistlerinden Jacques Lacan ile çalışmış. Çin şiiri ve resim sanatı konusunda uzmanlaşmış, bu konularda 30'u aşkın kitabı var. 

Merak güzel şey doğrusu, nice güzel insana bir kapı açıyor.  




Üstadın Türkçede enfes bir kitabı var: Boşluk ve Doluluk.

Kitabı merak edenler için nasıl bir eserle karşılaşacakları görmek isterlerse diye yayıncının (İmge) tanıtım cümlelerini şuraya bırakıyorum:


"Çin resim sanatının amacı, “doğanın kendisinden daha gerçek olan” (Tsung Ping) bir mikrokosmos yaratmak diye tanımlanır. Evren’i aydınlatan dirimsel esinlere ulaşmak ancak bu yolla olanaklıdır. Gene bu yolla ressam, nesnelerin iç yapılarını kavramaya ve onların kendi aralarında sürdürdükleri bağıntıları saptamaya çalışır. İşte resimdeki çizginin önemi de bundan kaynaklanmaktadır. Çizginin bu gücü açığa vurması ise, onun Boşluk içinde biçimlenmesiyle olanaklıdır. “Evren’de olduğu gibi, resimde de Boşluk olmasaydı, esinler devinim içinde olamazlardı; Yin ve Yang da etkisini ortaya çıkaramazdı.”Şu halde, resim yüzeyi üzerinde yer alan görsel elemanlarla çizgi arasında Boşluk kavramını oluşturmak gerekmektedir.

Çin resmiyle ilgili bütün öteki kavramların, kendilerinden beklenen işlevleri yerine getirmeleri de bu Boşluk içinde yer almalarıyla olanaklı olacaktır. Elinizdeki kitapta François Cheng, kendi aralarında bir sistem oluşturan bu kavramları ilk kez göstergebilimsel bir yaklaşımla incelemektedir. Ayrıca, bu amacına bağlı kalarak, geniş bir kaynak ve resim taramasına girişmekte, ressam Shih-t’ao üzerine ise özel bir çalışma gerçekleştirmektedir."


Görüldüğü üzere Cheng Usta çok önemli şeylerden söz ediyor ama çeviri biraz fazla steril -ve bir türlü sevemediğim kelimelerle dolu. Nedenini anlamasam da çevirmen Prof. Dr. Kaya Özsezgin yıllardır çevirilerinde bu katı tavrı sürdürüyor. (Bu açıdan Tahsin Yücel'e çok benzer.)

Eleştirileri bir kenara bırakırsak, emek verilmiş bir eser olduğu aşikar, Türkçede olması da iyi. Hem kitabın adı da kapağı da ayrı güzel.

23 Mart 2016

Uçan postacı, Sailor, Faber-Castell, Don Quijote ve geçmiş hakkında mülahazalar

19. yüzyıl çizerleri, 2000'li yıllarda hayat nasıl olacak diye düşünüp bir şeyler çizmişler.

Hayallerindeki postacı da böyleymiş.

Yolu, niteliği ve biçimi farklı da olsa elbette mektupların çok daha hızlı gideceği konusunda çizerlerin tahminleri doğru çıktı.

Hayat öylesine hızlandı ki bu çizime bakınca gülümsüyoruz.

İlginç olan, güne başka türlü başlamış olduğum gerçeğidir. Sabah masamda bir yandan kahve içip tahıllı poğaçamı yerken, bir yandan Faber-Castell mürekkep şişesini (Stone Grey) inceliyor ve uzun zamandır incelemesini yaptığım Sailor dolmakalemime bakıyordum.

Tam o sırada çok sevdiğim pazarlama müdürümüz masamın önünden geçerken durdu ve gülerek "Mehmet bu ne? 1950'lerde kalmış gibisin..." dedi.

Bu soru, biçim değiştirmiş olsa da geçmişte ne çok yankılanmıştır öyle değil mi?

Aklıma 1605 yılında yayımlanmış bir kitap geldi, hani şu içinde "şövalye romanları okuya okuya sonunda şövalye olmaya özenen roman karakteri" olan adamcağızın öyküsünün anlatıldığı mükemmel eser.

Don Quijote gibi 400 yıl önce bile geçmişe özenenler vardı, öncesi de daha öncesi de vardır.
 
 




10 Mart 2016

Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?*



"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

* Öyle miymiş?, Şule Gürbüz, İletişim Yay., 2016, s.43

Bence Şule Gürbüz, Hölderlin'in eserlerinde acı bir tat buluyor. Acı bir lezzet, tıpkı taş baskı yöntemiyle zeytinyağı elde edilmesi gibi. Asitli, yoğun, ağırlık taşıyan bir öz ama sağlıklı bir zeytinyağı elde edilirken zeytinler öğütülüyor, eziliyor, posası çıkarılıyor, yine eziliyor ve yağı alınıyor. Bazı eserler de böyle ortaya çıkar, Hölderlin gibi yazıyla kendini ifade eden biri doğal olarak mutsuzluktan, kederden dem vuracaktır.

Bu "acı tadı" anlamak için önce Hölderlin'in hayatına sonra yazdıklarının ruhuna bakmak gerekir.

Eylül 2020'de t24 sitesinde "Hölderlin ve Heidegger’de yasın ontopoetikası" başlıklı ve Kaan H. Ökten imzalı bir yazı yayınlandı. Sorusuyu aklımızda tutarak okuyabileceğimiz girişi ise şöyle:

"Babasını kaybettiğinde Hölderlin iki yaşındaydı. Baba ölünce aile başka bir eve taşınmak zorunda kaldı. Hölderlin beş yaşındayken kendisinden bir yaş küçük kız kardeşi öldü. Bunun üzerine aile başka bir şehre göçtü. Burada annesi yeniden evlendi. Üvey babasını çok sevmişti Hölderlin. Aralarındaki ilişki çok sıcak ve sevgi doluydu. Ama üvey babası da dört yıl sonra öldü.

Hölderlin öz babasını kaybettiğinde iki, üvey babasını kaybettiğindeyse dokuz yaşındaydı. Bu kayıp Hölderlin’de, kendi ifadesiyle “kavranamaz acılara” neden olmuştu. Hölderlin yirmi dokuz yaşındayken, bu yas ve acı hissini annesine yazdığı 18 Haziran 1799 tarihli bir mektupta şöyle açıklıyordu: “Bana inanmayacaksınız ama çok iyi hatırlıyorum. İkinci babam öldüğünde, ki onun sevgisini asla unutamam, kavranamaz acılarla kendimi bir yetim olarak hissettiğimde ve sizin her günkü yas ve gözyaşlarınızı gördüğümde, işte o zaman ilk kez ruhumdaki bu ağırlığı [Ernst] hissettim. Yıllarca beni terk etmeyen, hatta yıllar içinde giderek artan bir ağırlıktı bu.” Hölderlin’in ruhundaki bu ağırlık hiç geçmeyecekti.

Ernst sözcüğü ciddiyet, berklik, neşeli olmama, ağırbaşlılık, hakikatlilik, mücadele, direnme, kalkışma gibi anlamlara sahip. Ağırlık demek yani. Hölderlin’in içinde yıllarca artarak devam eden bu ağırlık, yas ve acı, onun varoluşunun temel ruh hali oldu. Şairin şiiri, varlığını bu ruh halinden aldı. İşte bu, tam da bir “ontopoetika” meselesidir. Zira varoluş hisledir. Çok daha sonraları Heidegger buna Dasein diyecektir: İnsanın dünya içindeki açımlayıcı bir hal içinde bulunuşa sahip olan kaygılı ve ölümlü varoluşu."

Kayıpların yanında Hölderlin'in asıl sorunu onu papaz olması için zorlayan ve zengin olduğu halde ona destek olmayan, zor zamanlarda yanında bile istemeyen annesidir. Annesi katı tutumuyla Hölderlin'in hayatını bir cehenneme çevirmiştir. Keza kişisel ilişkilerindeki talihsizlikler de benzeri sonuçlara yol açmıştır.

Bütün bunların sonucunda delilik süreci ve 36 yıllık suskunluk dönemi gelir.

Şimdi soru çok daha anlamlı değil mi?

"Hölderlin, hangi taş ezdi seni tadın böyle güzelleşmiş?"

 

09 Mart 2016

"Turnalar, arı kuşları, sabunotları"*



Bu sabah, çok sevdiğim yazar Şule Gürbüz'ün, "Öyle miymiş?" kitabını görme, şöyle bir karıştırma ve bir parça okuma şansına kavuştum.

İlk izlenimim şu: "Öyle miymiş?", Şule Gürbüz'ün diğer kitaplarıyla doğrudan ilgisi olmayan bir kitap. Ruh aynı ama derinlik ve kuşatıcılıkta bir başka noktada, ruh aynı ama daha kavrulmuş, daha uzaklara gitmiş, daha çok şey görmüş, daha çok şey duymuş.

"Coşkuyla Ölmek" önemli bir merhaleydi, "Öyle miymiş?" okurun elinden tutup yükselten, okuru yücelten, okuyanı her şeye bir kez daha dikkatlice bakma isteği duyuran bir kitap.
İlk bakışta şunu sezdim, bizim de kendimizi yazarın gördüklerine, bildiklerine ve sezdiklerine yaklaşmamız için sözünü ettiği konularda az da olsa bilgi sahibi olmamız gerek. Her cümle üzerinde düşünülmüş, her kelime kendi yerini bulmuş. Bizim de bu kitaba göre, eğer yazarı ve yazılanları ciddiye alacaksak kendimizi yeniden değerlendirmemiz gerek.

Şöyle düşünüyorum: Şule Gürbüz'ü ve yazdıklarını değerli bulanlar, kendilerini dünyanın acısını daha iyi görmeye, zamanı daha iyi anlamaya çalışanlar cuma günü kitabı aldıklarında manevi gücü sarsıcı bir metinle karşılaşacak ve daha çok kitap okumak, aynı cümleleri bu kitapların ışığında yeniden görmek isteyecek.

44 yaşındayım, iflah olmaz bir okur olduğumu, iyi kitapları okuduğumu düşünüyordum, dünyanın en güzel kitaplarını da bildiğimi, okuduğumu sanıyordum, sadece şöyle bir bakmak ile kendimi değişmiş buldum, edebiyata olan bakışımı da yeniden düşünmek istiyorum şimdi.

Bu yazının ilk kelimelerini yazmaya başladığımdan beri, kendi kendime "abartmaktan kaçın" diye telkinlerde bulunuyorum fakat içimden bir ses her şeyi abartabileceğimi, coşkuya kapılabileceğimi, edebiyatı gerçekten sevdiğim için mutlu olabileceğimi, dünyanın bütün acısını ve insanın sarsıntısını bana duyuran eşi benzeri olmayan bir kitapla karşılaştığımı söylüyor.

"Öyle miymiş?" 11 Mart Cuma günü piyasaya çıkacak. Bence o gün Şule Gürbüz okumayı sevenler kendilerini başka bir zamanda bulacak ve her şeye başka bir yerden bakacak.

Önemli bir yazarla aynı zaman diliminde yaşamamız büyük bir şans.

*Öyle miymiş?, İletişim yay., 2016, s.17

25 Şubat 2016

Eski İstanbul'da Bir Kral Lear


Yıllar önce, eski İstanbul'da, kilise-camilerden birine yakın her köşesinde tarihi nesneler olan bir restorandaydım. Vakit, ikindi suları, güneş henüz etkisini kaybetmemiş, Doğu Roma çağında da aynı güneşe başka insanlar da yüzünü dönmüştü, ben de onlar gibi pencere kenarına yerleştim.

Karşımda Çin yapımı, üzerinde ejderha figürü olan porselen bir çaydanlık, duvarda kendine güvenen bir hattatın keskin çizgilerini barındıran bir levha, masada ise Turgenyev'in "Bozkırda Bir Kral Lear" kitabı. İngilizler, Ruslar, Çinliler, Doğu Romalılar, Osmanlılar arasındaydım. Gezegenin bir köşesine sıkıştırılmış medeniyetler çalkantısı içinde başım hafiften dönüyordu.

Ali İkizkaya yapımı güzel defterlerinden birini yazmak için çantamdan çıkardım. Henüz dergi işlerine bulaşmamışım, dolayısıyla zihnim çok kederli değil. 

Lamy Al-star'larım çoktu o zaman, çünkü şimdiki gibi pahalı da değillerdi, yazı yazmanın iyi geleceğini düşündüğüm arkadaşlara hediye edebileceğim kadar ucuzdu. Şimdi elimde birkaç tane kaldı, eskilerle daha çok ilgilendiğim için bir kenarda bekleşiyorlar.

O zaman eski dolmakalemlere yine düşkündüm ama şimdiki gibi değil, mahçup bir zevk gibi eski kalemleri saklıyordum. Sonra yavaş yavaş, ihtiyar kalemlerimle gurur duymayı da öğrendim. Eski kalemler de şans işi, ancak karşınıza iyi bir kalem çıktığında o da çok ama çok iyi oluyor.

Yine de düşünmeden edemiyorum, Lamy'lerin büyüleyici yanı nedir? Ucunun kolayca çıkartılabilmesi gibi pratik nedenlerden dolayı mı? Tasarımının zamansızlığı mı? Yoksa renklerinin etkileyici oluşu mu?

Orta şekerli bir Türk kahvesi istedim.



24 Şubat 2016

"Mehtabın ördüğü saatler nerde?"




YAĞMUR

Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde, 
Bir parça uzaklaş kederlerinden. 
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden, 
Mehtabın ördüğü saatler nerde? 
Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin, 
Yağmur ince ince toprağa sinsin, 
Bir başka âlemden gelmiş gibisin, 
Dalmış gözlerinle pencerelerde. 
 
Ahmet Hamdi Tanpınar 
 
***

Fotoğraf ile şiir ilgisiz gibi.

Hayat böyle zaten, yazı yazarken insanın aklına bir yığın şey geliyor:

Mesela, "Okumak iptiladır, müptelalara selam."

Yahut Peter Bichsel'in yazdıkları:

“Kitabı kurtarmak için parmağımı bile oynatmam. Batacağı varsa batar. Benim kitaplarım var, evde. Onlar batmaz, orada duruyorlar işte. İnsanın neden kitap için bir şeyler yapması gerektiğini anlamıyorum. Kitaba ihtiyaç kalmazsa kitaba ihtiyaç kalmamış demektir. Kimi insanlar, kendilerini okur sayar. Sonra da, ‘Ben, bir doktorum’ derler, ‘Okumaya hiç zamanım yok’ Şimdiye dek bir alkoliğin, ‘Ben, doktorum, içmeye zamanım yok’ dediğini duymadım. Herhangi bir tiryakinin, ‘Aslında günde üç paket içerim ama şu sırada hiç zamanım yok’ dediğine de tanık olmadım. 

Bağımlılık nedir, ona dikkat çekmeye çalışıyorum. Okumak, harfleri yan yana dizmek ve bu harflerin ağaçlar ve evler ve insanlar ve anlaşmazlıklar ve güçlükler yaratması, bunların sadece harflerden oluşabilmesi gibi bir mucize, bu coşku, insanı bağımlı yapar, ya da yapmaz. Ve bir bağımlılık, ihtiyacı olan her neyse, ona ulaşmanın yolunu her zaman bulur ve dediğim gibi, eğer bir gün ortada kitap kalmazsa, evimde kitaplarım var, onların hepsini bir daha okuyabilirim. Ve hepsini bir daha okuyuncaya dek epey yaşlanırım herhalde. Bana bir şey olmaz!”

Hayat böyle işte, birbiriyle ilgili ilgisiz bağlantılardan mürekkep. 
Ben daha tuhaf bağlantılar da buluyorum:

Mesela şiiri son dizeden başlayarak, ilk dizeye kadar okurken başka bir şiiri okur gibi türlü şeyler düşünüyorum. 

Son dizeyi okuyunca da ("Dalmış gözlerinle pencerelerde.") aklıma dolmakalemlerin mürekkep penceresi geliyor. 

Bir önceki dizede ise ("Bir başka âlemden gelmiş gibisin,") sanki kitaplardan söz ediliyormuş gibi düşüncelere dalıyorum. 

27 Kasım 2015

ÇİZGİLER


"Ne mi yapsam, alırım bir kâğıt elime, üstüne bir şeyler çizerim
Çizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemez"*

*Edip Cansever, Dökümcü Niko ve Arkadaşları şiirinden.

25 Kasım 2015

Yazı Geldiğinde

Dr. Oliver Sacks (Kaynak: brainpickings.org, fotoğraf: Lowell Handler)

Yazı, insanı işte böyle yüzünde bir tebessümle elinden yakalar ya da insan yazı geldiğinde onu böyle elinden tutup bir kenara çekmelidir.

Yazı insanı, yazabildiğinde yeni uyanmış ama dünyanın içinde başka bir yerde uyumuş da düş kitaplarının arasında uyumuş gibidir, yazı geldiğinde orada olmak ister.

Bilge doktor rahmetli Oliver Sacks da yukarıda adı geçen milletin bir yurttaşı olduğundan bir gün yazı geldiğinde yine heyecanlanmış, eldivenlerini çıkartmış, çantasını, şemsiyesini hemen yere atmış ve defterini çıkartıp yazmaya başlamış. 

03 Eylül 2015

Kalemimi masaya atıyorum...

Fernando Pessoa

"Kalemimi masaya atıyorum, çalıştığım eğimli yüzeyde yuvarlanıyor ve yakalamadığım için geri geliyor. Bir anda anladım her şeyi. Hissetmediğim bir öfkenin emrettiği şu harekette ansızın kabaran bir neşe vardı."
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

15 Mayıs 2015

"Cahil, kitabı o kadar çok sever ki okumaya kıyamaz."



Başlıktaki söz Ferit Edgü'nün yeni kitabı Cahil'den.

Eski mezarlıkları gezerken çektiğim fotoğraflardan oluşan bir arşivim var. Taşların üzerine kazınan yazılar ve bir zamanlar dünya üzerinde yaşamış insanlardan geriye kalanlar üzerinde düşünüyordum.

Ölüm bir hakikat. Bilmeyen var mı?

Ya cehalet? Ne yazık ki o da bir hakikat.

Mustafa Kemal Atatürk'ün güzel bir sözü vardır hep aklıma gelir: "Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir."

(1990'ların başında üniversite öğrencisiyken bu sözü duvar gazetemize yapıştırdığım için başıma gelmeyen kalmamıştı. Duvar gazetemiz ortadan kaldırılmış, bir daha benzeri bir teşebbüste bulunmama izin verilmemişti.)

28 Nisan 2015

Şemsettin Sami Sözlük Müzesi

Scrikss'in 50. yıl şerefine çıkardığı dolmakalem pek güzel.


Hayali bir kütüphane ve müze. (Gerçeklerden uzak yaşayan hayalperest bir insan olduğumdan böyle şeyler düşünüyorum, mazur görünüz.)

Ne zaman bunalsam bu dünya güzeli Şemsettin Sami Sözlük Müzesi'ne gidiyorum. Müze-kütüphanede kahve içmek ve fotoğraf çekmek serbest. Avluda oturup ağaçları seyretmek teşvik ediliyor. Her dilden ansiklopedi ve sözlük bulunuyor bu mekânda. Ayrıca kişisel sözlükler de barındırıyor.

Şemsettin Sami Sözlük Müzesi, kendi sözlüğümü yapmama olanak sağladığı için ayrıca şahane bir yer. Müzede kendime ait bir odam var, aslen kartoteks dolabı olsa da içinde mürekkep şişelerinin bulunduğu bir dolap ve geniş mi geniş bir yazı masam var. Ve önyargıları yok müze yönetimimin. "Zararlı fikirler sözlüğü" yazabiliyorum burada. Ek olarak şu sıralar "Dorian Gray'in Portresi" romanından yola çıkarak olmayan sanat eserleri üzerine bir sözlük hazırlıyorum.

Kütüphane bir resim atölyesi gibi ferah, pencereleri büyük. Öğle vaktinin çiğ ışığı karşısında akşam vaktinin dünyaya hüzünlü yumuşak dokunuşunu çok seviyorum.

21 Nisan 2015

"Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü"



Canım kalem gömleğimin cebinde, Ali Bey'in kendi elleriyle yaptığı kara kaplı defteri de masanın üzerinde duruyordu.

Bakıştık.

Kaşarlı bir poğaça almıştım Migros fırınından. Arşive, gazetedeki masama gitmek istemedim birden. Asansörlerin önünde bir dolu insan vardı. Sükuneti arıyordum. Yumuşak, tatlı bir kahve içeyim istedim.

Hem kalbim çok kırıktı, dertlerimin hangi birini yazayım bilemiyordum, içimden yazmak da gelmiyordu, dünya gölgelerle doluydu.

Birden bir cesaret geldi. Deftere uzanıp "aylak harfler" yazdım, hiç acele etmedim, yavaş yavaş her harfin tadını çıkarttım ve altına bir saat çizdim.

Ey sabırlı ve vefalı okur! Fotoğrafı yemekten sonra bloga göndereceğim ama öncesinde harflerin aylaklığını, uzanıp yatmak isteyenlerin farkında olup olmadığını merak ettim.

Bazı insanlar çok düzgündür, bazı insanlar da benim gibi yamuktur, arızalıdır. Biliyorsunuz, arada sırada şikayet ederim, güzel yazmayı hiç başaramadım. Kağıthane'de, Hacı Ethem Üktem İlkokulu'nda okurken inci gibi yazısı olan arkadaşlarıma çok özenirdim. Hatta onlar gibi yazamadığım için çok ağladığım zamanlar oldu. Yazı yazmaktan uzaklaşmıştım bu yüzden, yapamıyorum, beceriksizim, kimseye bir faydası yok benim yazdıklarımın diye düşünüyordum. Öyleydi zaten, bana bile faydası yoktu, başkasına nasıl olacaktı?

Aradan yıllar geçti. Şişli Lisesi'nde okurken edebiyat dersinde, her görenin gözlerine inanamayıp âşık olduğu Suna Hanım, Şeyh Galib'ten söz ediyordu.

Şiiri daha önce okumuştum, biliyordum, ama o gün, ister inanın ister inanmayın Şeyh Galib benimle konuştu:

"Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü"

dizesini okur okumaz çarpıldım. Nefes alamadım bir an. Daha ben doğmamıştım, ama o şiir vardı! O kalplerin sahipleri de sevmiş, yaşamıştı! Güzel bir insan, kalbin bütün inceliklerini kalemle bir yere başkaları da onu anlasın diye mürekkebi dökerek yazmıştı.

O gün aylak harfleri, bir kenara düşüp kırılan gönül şişelerini anladım sanki.

Teşvikiye'de, şimdi artık olmayan bir kırtasiyenin vitrininde görüp aldığım, daha önce hiç kullanmadığım çini mürekkepli teknik bir kalemle defterime bu dizeleri yazdığım o gün, yazımın kötü oluşundan hiç utanmadım, gurur duydum.  Benim de kendince güzel harflerim vardı. Sizin de vardır, utanmayın, bir şeyler yazın. Çünkü harfler büyülüdür. Yazı, insan aklının ve kalbinin üstün bir yönünü gösterir. Mucize dediğimiz şey bir kedi gibi sıcaktır, bir faydası olmadığını düşünebiliriz ama çok faydalıdır, en azından bizi mutlu eder, bizi hüzünlendirir, bizi değiştirir, ya bizi uyandırır ya da bizi rüyalara götürür.

Harflerin sağa sola kaykılmaları, benim gibi uyumayı, uyuklamayı, bir kenara yaslanmayı, yürürken kargacık burgacık harflerle şiir yazmayı seven insanlara iyi geldiğini düşünüyorum.

Ben aylak harflerimle övünmeyi seviyorum. Onların ölçüsüzlüğü hoşuma gidiyor. Kuyruklu bir harf, zarif duran bir başka harfin güzelliğine takılmış. Bir diğeri yalnız kalmak istemiş, bir başkası havayı koklamak istemiş, varsın olsun, hep yürünmez ya, uzanmak iyidir.

Bazı şeyler de uçar. Bakın mevsimi geldi. Kırlangıçların keskin bir dönüşleri vardır, yakında gözünüzü yukarıya kaldırın, bulutların gezindiği yerlere bakmayı ihmal etmeyin, orada burada görmeye kırlangıçları göreceksiniz.

Bilmeniz gerekli, bazı harfler kırlangıca benzemez, bazı insanlar gibi onlar da buğuludur, bulanıktır, görmek isteyene görünür. Şiir gibidir, çıkar bir yerden gelir, elinize tutunur.

Herkes düzgün olmak zorunda değil, aylaklık iyidir, özgürlüktür.

Henüz hava soğuk biraz ama bahar geldi bile, parklarda bahçelerde güneş gönülleri ısıtmaya başladı, şiirin devamı hiç bilmeyenlere gelsin:

"Erişip bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâre düştü" 

03 Mart 2015

Iris Murdoch'ın dolmakalemi



İrlanda asıllı Iris Murdoch, İngiliz edebiyatının kült yıldızlarından Iris Murdoch, çok sevdiğim kitapların yazarı Iris Murdoch, oturmuş bir masanın başına ve elinde kalemiyle zamanın içinde kaybolmuş gibi biraz ciddi biraz kaygılı duruyor.

Masadaki mürekkep şişesinin ışığında Melekler Zamanı, Kara Prens, İtalyan Kızı, Tek Boynuzlu At ve daha Türkçeye çevrilmemiş pek çok kitabı var.

Daha her şeyi unutmaya, yaşarken kaybolmaya yıllar var. Aklını, aşklarını ve bütün bilgisini alzheimer olup unutmasına yıllar kala elinde kalemi, masasında mürekkebi...

Duvarlardaki tablolara daha bakacağı günlerde, hatıraların ışığı daha güçlü.

İyi ki yazmış, iyi ki unutuşun pençesine düşeceğini bilmemiş.

05 Şubat 2015

Mürekkepbalığı'ndan haberler





Mürekkepbalığı matbaada. 

Büyük olasılıkla yarın veya cumartesi günü ona dokunabileceğiz. Pazartesi günü de abonelere ve kitabevlerine göndermeye başlayacağız.

Diğer sayıları da seviyorum ama en güzel sayımız bu oldu diye düşünüyorum. O kadar güzel yazılar var ki, keşke benim de bir yazım olsaydı diye hayıflanıyorum hâlâ. Etem Çalışkan'ın söylediği cümleler aklımdan çıkmıyor mesela, ömrünü yazıya adamış bir insanla sohbet etmek harika bir duygu.

Anlatacak çok şey var. Melike Çakan arkadaşımızın hazırladığı  Bruno Taut, Junee Lim, Ana Reinert ve diğer bloggerların dolmakalem ve mürekkep anketine cevaplarının da okunmaya değer olduğunu düşünüyorum.


Ne yazık ki çok istediğim halde bazı yazılara yer kalmadı. Onları beşinci sayımıza bırakmak zorunda kaldık.



“İklim, insanları ve yazıyı etkilemiştir.”

"Paylaşarak çoğalır turnalar..."

29 Ocak 2015

GEN

GEN

Zen word / Transcends space and time, heaven and earth

Sumi ink on paper, 50x60cm, 2012

Rie Takeda

Rie Takeda'nın çizdiği ne güzel bir kelimedir. Belki de yazının bizi götürdüğü yerde bir resim vardır, belki bir şiirle açıklanabilir bu sözün resmi.

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.


    Ahmet Hamdi Tanpınar

Ek okumalar:

- School of SHODO / The Art of Traditional Japanese Calligraphy〜

- Aşkınlık ve Aşırılık

13 Ocak 2015

Eski kalemlerin ruhu


Kalem: Scrikss 17 (1964 doğumlu), Mürekkep: Montblanc Ink of Joy (2011)

Eski dolmakalemler, sahaflardan alınan güzel kitaplara benziyor. Orasında burasında çizikler oluyor ama güngörmüş, sağlam ve dayanıklı oluyorlar. Üstelik yeni kalemlerdeki çiğlikten ve bilgisizlikten eser yok eskilerde.

Eski kalemler, nefes almayı, hayatta kalmayı öğrenmiş oluyorlar. Hem öyle çıtkırıldım da değiller, tabiri caizse eski kalemler feleğin çemberinden geçmiş oluyorlar. Eski kalemler benimle konuşabiliyor, yeni kalemlerle konuşmak ise çok zor.

Yeni kalemlerin çoğu kibirli ve bağnaz. Yeni kalemlerin üretiminde para hırsının ön planda olduğunu düşünüyorum, daha ucuza ve daha hızlı bir şekilde üretildiklerinden olsa gerek kendilerine güvenmekte zorlanıyorum.

Eski kalemlerin daha anlayışlı olduklarını söyleyebilirim: Eskiler kâğıt ve mürekkep konusunda öyle müşkülpesent değiller. Eskiler eğer bir hastalığa yakalanmadılarsa öyle kolay kolay üzmüyorlar yeni sahiplerini. Eski kalemleri seviyorum.

07 Ocak 2015

JE SUIS CHARLIE

Gazeteciler Charlie Hebdo saldırısını protesto ediyor. (AFP photo / Martin Bureau )






Sonunda bir gün hepimiz delireceğiz ve sokaklarda çıplak koşup ağlayacağız.

İnsanlık her geçen gün biraz daha karanlığa biraz daha kötülüğe teslim oluyor.

Aidiyet duygusu kimseyi bağnazlıktan ve katil olmaktan kurtaramadı, kurtaramıyor.

İnsanın kurtuluşuna giden yol birey olmayı önemsemekten geçiyor bence.

 "Je" suis Charlie Hebdo. "Ben" Charlie Hebdo'yum, "biz" değil.

Tarih boyunca yazan, çizen insanlar nefes almakta hep zorlanmışlardır.

Topluluklar, gruplar, milletler, milliyetler ve insanlık ölür ama insan ölmeyecektir.

İnsanlık öldürülebilir ama insan öldürülemez, mizahı kurşunlarla yok edemezsiniz.

Kalemler, defterler içinde gözyaşı barındıran sandukalardan başka bir şey değil.

Kalemler, defterler elimizde hüzünlü yazı-çizi bayraklarından başka bir şey değil.