yazı kültürü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazı kültürü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2017

Anouar Brahem ile Kara Kediler

Fotoğraflar zamanda asılı kalan notlar gibi. (foto: Life)

Harfler, kelimeler, siyah kediler gibi geçiyor ömrümüzden. 

"Le pas du chat noir" dinliyorum. Bu müzik beni garip bir hüzne sürüklüyor. 

Elimde kalemle, gazeteden kestiğim haberlerin kenarına notlar alıyorum.

Yazı, sükunet ararmış, bilmem ne kadar doğru, belki de sessizlik bir yazı arıyordur kendine. 

Müzik sona erdiğinde kulaklarımda sanki bir süre daha gölgesi dolaşıyor.

Bilgisayar ekranında bir köşede "7277 dosya işlendi" yazıyor. Dosyalar işlenip duruyor. Düşünüyorum da dünya Sumer uygarlığından önce de hiç sakin değildi, yazı sadece bir başka boyut getirdi dünyamıza. Tıpkı fotoğraf gibi, tıpkı dünyayı paylaştığımız kediler gibi her şey kendi havasını soluyor.

Kediler, harfler gibi, kelimeler gibi geçip gidiyor hayatımızdan. 

17 Mart 2017

Üşenme, Yaz

Marguerite Yourcenar, Hadrianus'un Anıları, Adam Yayınları, 1984 (Adam Yayınları artık yok, Helikopter Yayınları bu kitabın çok güzel bir baskısını yayımladı. Fakat Yourcenar deyince aklıma Zenon gelir. Yeni baskısı yok, zor bulunur ama müthiş bir kitaptır, düşünen her kişiye lazım.)


Teknoloji bizi ele geçirdikçe daha bir üşengeç oluyoruz galiba. Eskisinden daha az yazıyorum mesela. Bir dengesini de bulmak istiyorum, yardımcılar olmadan dengeyi kurmak zor ancak iyi ki kitaplar var. Düşünceleri iyileştirici, uyandırıcı (bugün de uyku günüymüş!) olmayan insanlar çok yanıltıcı oluyor. Ne yazık ki her köşede bu insanlardan bir tane var. En tehlikelileri de örgütçü olanlar (aşırı özgüvenlerinden, bilmedikleri hiçbir konunun olmayışlarından onları hemen tanırsınız). Ben düşünce olarak hiçbir yapılanmaya uzun süre dayanamıyorum. Bireyin özgür ruhunu ele geçirmek isteyen her türlü acı-tatlı baskıyı yıkmak gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki örgütçü insanların kendilerini çok sevdirmek ve hemen yandaş toplamak gibi bir özellikleri vardır. Benim gibi bireysel takılanlar ise her zaman yalnız kalır. Şüpheci bir yanım olduğundan insanları uyarmak istesem de kimseyi ikna edemiyorum. Bu insanları telefon dolandırıcılarına benzetiyorum. Hani binlerce liralık birikimlerini, evlerini, arsalarını dolandırıcılara kaptıranlar vardır ya. Onlar telefonda konuşurken, "seni kandırıyorlar" deseniz de ikna olmazlar. İnsan tuhaf bir varlık. Çoğu insan kötüyü yüceltmekte, kötülüğü sıradanlaştırmakta yarıştığı halde bu durumun farkında bile değil. Kaçmak, uzak durmak gerek.

Ben de her fırsatta kitaplara sığınıyorum. Okumak büyük devlet. İyi kitaplar okudukça da yazası geliyor insanın. Meslek hastalığı galiba (arşivciyim) yazdığım, okuduğum her şeyin kenarına bir tarih karalarım. Sahaflarda karşıma çıkan bazı kitaplarda da yazılmış tarihler görüyorum. Bu tarihler zamanın içindeki yolculuklar gibi.

Geçenlerde, Pierre Assouline üstadın yazdığı, Yüzyılın Gözü Henri Cartier-Bresson kitabını ikinci kez okudum (YGS Yayınları, 2007) efsane bir eser. Sevdiğim insanların biyografilerini okumaya bayılırım. Kitabın sonundaki sayfaya baktığımda 2007'nin son aylarına ait bir tarih yazdığımı gördüm. Böylece 10 yıl sonra aynı kitaba bir kez daha döndüğümü, yeniden okumakla çok mutlu olduğum için iyi bir şey yaptığımı anladım. Böylece ikinci tarihi ekledim. Benden sonra okuyanlar da bu tarihleri görecekler. Bu da bende tarif edemeyeceğim bir duygu uyandırıyor. Zamanda bir çeşit bağlantı. İnce bir bağ. Dünya üzerinde olmasak bile nesneler aracılığıyla haberleşme olanağı.

Eskiden kütüphanelerden aldığım kitapların arkasındaki kâğıt cebin içinde benden önce okuyanların isimlerini ve kitabı ödünç aldıkları tarihi gösteren kartlar bulunurdu. O kartları da ayrı bir severdim. Mürekkebin kâğıda düşerken izlediği yollara, isimlere, sayılara bakar dururdum. Ben de onlardan biriyim derdim. Bu kitabı okurken yalnızım ama aynı kitabı okuyan kardeşlerim, arkadaşlarım var, demek ki aslında yalnız değilim diye düşünüyorum.

Kendime her gün şöyle sesleniyorum: Üşenme, düşün. Üşenme, yaz.

13 Mart 2017

Yazma Biçimleri


Kimi çok yakından yazar. (foto: Fireanjoy)

İlkokul çağından beri insanların nasıl yazdıklarına karşı takıntılı bir ilgim var. İlk şaşkınlığım solaklar olmuştu ama son şaşkınlığım olmadı tabii. Solak bir arkadaşla aynı sırayı paylaşmaktan kaynaklandığını düşünsem de nasıl yazı yazıldığı daha sonra da hep merak ettiğim bir konu oldu.

Kalemi tutma biçiminden, yazma üslubuna (hem tavır hem biçim olarak) kadar nasıl yazıldığı bence çok önemli bir konu. Yazarların, şairlerin, bestecilerin ve fotoğrafçıların yazıyla ilişkilerine dair her makaleyi büyük bir iştahla okuyorum. Yıllar önce galiba Enis Batur yazmıştı: Sevdiğim Rus besteci Aleksandr Skriyabin mesela yanına not defterini, kalemini almadan sokağa çıkmazmış.

Belki o yüzden Skriyabin'in eserleri bana sokakta yürüyen birinin aldığını notları hatırlatıyor.


Aleksandr Skriyabin'in elyazısı
Aleksandr Skriyabin (1872-1915)

Ne kadar farklı el varsa o kadar farklı yazım tarzı var. Kimi masada yazmayı sever, kimi ayakta. Kimi kalemi bükmeye çalışır gibi yaparak yazar, kimi kalemi normalden farklı bir açıyla tutarak yazmayı sever. Kimi benim gibi aynı harfi ikinci kez yazmak gerektiğinde küçük bir değişiklik yapar.

Ben yürürken de yazmayı severim mesela ama rahmetli Oliver Sacks gibi değil, aklıma bir fikir geldiğinde her şeyi bir kenara atamıyorum, daha sakin bir şekilde not alıyorum. Yürümek, düşünceyi derinden etkileyen bir eylem. Doğal olarak hiç düzgün bir yazı olmuyor ama zaten düzgün bir yazı istemiyorum. Yıllar boyu üzerinde ustalaştığım yazı karakterlerim gayrımuntazam olduğundan hoşuma da gidiyor, yürürken yazmayı herkes bir denemeli. Küçük bir defter gerekiyor.

©Frank Horvat

Masada yazıyorsam ve yalnızsam eğer kâğıda iyice yakınlaşırım. Her şeye yakından bakmayı severim. Lakin birileri varsa yanımda utandığım için kâğıda karşı biraz mesafeli davranıyorum ama üzülüyorum da çünkü kâğıt, kalem ve mürekkebin birlikteliği çok büyüleyici bir güzelliğe sahip. 

09 Mart 2017

Blog Yazarı Ne İş Yapar?


Gazete okumayı severim, hafta sonu eklerini ise daha çok severim. Önce biriktirip sonra vakit buldukça uzun uçlu arşivci makasımı çıkarıp önemli yazıları kesiyor ve saklıyorum. Bir kenarda kalmış 26 Şubat 2017 tarihli Hürriyet Pazar'ın 13. sayfasında Vedat Milor'un "Değerlendirmeleri nasıl yapıyorum?" başlıklı yazısını okurken dikkatimi çeken bir cümleye denk geldim:

"Seçici bir yemek eleştirmeninin bir anlamda lokantacılara bedava danışmanlık yaptığını düşünüyorum. Çocuğunuzun okul ödevini dikkatle okuyup notlayan bir hoca gibi.  Bir yandan görevini yaparken, diğer yandan anlayan ve ileri gitmek isteyen çocuklara ve dolayısıyla onların ailelerine faydası dokunuyor. Kutsal bir ilişki..."

*** 

Sıkıcı bulduğum bir kitap: Claude Lévi-Strauss, Bakmak Dinlemek Okumak, YKY, 2016

Toplam 7 yıldır bu blogta, Erguvan Kalem'de yazıyorum, üstadımız Ali İkizkaya'nın blogu "Yazmak Keyiftir" ise Erguvan Kalem'den daha eski.

Geçmişten günümüze, yeni yeni yazan arkadaşlara da bakarak düşünüyorum: Biz tam olarak ne yapıyoruz?

Genel olarak blog yazarlarının tıkandıkları veya açık sularda gezindikleri her konu yazı kültürü blog yazarları için de geçerlidir diye bütün bu yazıda belirli ve özel bir alana ait olduğu düşünülen her ayrıntının genel olan için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani blog yazarları (iyisi, kötüsü, doğru düşüneni, bilgi kirliliği yaratanı, akıllısı, cahili, çekiliş yapanı, yapmayanı, indirim kuponu vereni, vermeyeni, kibirlisi, mütevazı olanı... dahil hepsi) temelde Vedat Milor gibi düşünür, kendince bir yere bağladığı değerlendirmeler yapar.

Elbette herkes kendinden sorumlu. Başkaları adına konuşamam, öyleyse kendi adıma konuşayım: Zaman zaman çok bunalıyorum, gördüğüm tuhaflıklar, anlam veremediğim davaranışlar nedeniyle canım sıkılınca yazmaya ara veriyorum. Bunu yapabiliyorum çünkü benim için bu bir iş değil, düzenli olarak çalışmanın gerektirdiği bir alan değil: Keyfe keder yazıyorum. Çünkü düzenli olarak yazmak bana göre değil, o yüzden bazen çok sık, bazen nadir yazıyorum. Peki ama böyle başıbozuk biri başlıktaki soruya nasıl yanıtlar?

Önce bir blog yazarının tarifini yapmalıyız galiba. Her blog yazarı öncelikle yazdığı konuya ilgi duyar, aşırı sever. Ben de öyleyim. Yazı yazmayı ve okumayı sevdiğim kadar yazı araç gereçlerini de çok seviyorum. Bu nedenle yazmaya başlamıştım.

Bunca yıldır yazılanlar kimin için peki? Elbette alışveriş siteleri ve kırtasiye mağazaları için değil, blog yazılarım okurlar için, bilinçli tüketiciler için, meraklılar için, öğrenmeyi sevenler içindir.

Aldığım e-postaların %90'ı da okurlardan gelir ve doğal olarak merak ettikleri şeyleri sorarlar. Mesajların çoğu alacakları ürünler için tavsiye isteyenlerden gelir. Biraz daha bilgili olanlar mürekkep veya defter markası sorar, iki veya çok sayıda kalem arasından hangisini almanın daha mantıklı olduğunu öğrenmek isterler. (Bir kısmı da yazı yazmakla ilgili değildir, şiir, roman, deneme meraklısı, kahve bağımlısı, fotoğrafçılar, resim ve felsefe meraklısı okurlarım da var.)

Blog yazmakla birlikte esasen ben de bir blog okuruyum. Yeri geldi. bununla ilgili yedi yıldır yaşadığım ilginç bir olaylardan sadece bir tanesini anlatayım: Seneler önce bir gün yine iki dolmakalem arasında kalan bir okur hangisini alayım diye sordu. Yazısından blogumu okumadığını anladım. Ben de kalemlere baktım, biri benim gömlek cebinde olan, severek kullandığım bir kalem, diğeri de Yazmak Keyiftir blogunda incelemesini gördüğüm bir başka kalemdi. Ali Bey kalemle ilgili yaşadığı sorunları kara mizahla anlatmıştı. Ben de kıssadan hisseyi almış, bu kalemden uzak durmam gerektiğini anlamıştım. Okuruma da iki kalemden benim kullandığım ve bir sorun görmediğim daha uygun fiyatlı olan kendi kullandığım kalemi önerdim. Diğer dolmakalemle ilgili şikayetlerin de kayıtlara geçtiğini anlattım.

Fakat arkadaş, benim yazdıklarımı dikkate almamış, gidip bir hevesle önermediğim kalemi almış. Bu durumu da bana yazdı. Olabilir elbette. İnsanlar düşünceleri doğrultusunda yaşar. Kırılacak, üzülecek bir durumum yok, o kadar çok parayı hak eden bir kalem olmadığını düşündüğümü bildirmiştim zaten. Her zaman olduğu gibi, hayırlı olsun, dedim. Ancak, cevaben gelen e-postada satır aralarından benim değerlendirmelerime pek güvenilmediğini gördüm. Anladığım kadarıyla aynı soruyu başkalarına da sormuş (bu bir klasiktir, hiç üşenmeyip bilgili-bilgisiz herkese aynı soruyu sorarlar, oysa bu kafa karışıklığına neden olmaktan başka işe yaramıyor bence), onlar da "şöyle şahane, böyle enfes" deyip bu kalemi allayıp pullamışlar. Açıkça yazmıyor elbette ancak anlaşılıyor. Sonra ses seda çıkmadı bu arkadaştan.

Neyse bir gün Yazmak Keyiftir'de merak ettiğim bir makaleyi okurken, okur mektupları arasında bu arkadaşın yeni bir mesajını gördüm. Yazılarını hiç okumadığı bir blogun yazarına "Yeni aldığım kalem çok dertli çıktı, çok da para verdim ne yapayım şimdi?" diye soruyordu. (Aradan çok zaman geçti, arkadaş şimdi yazılanlara dikkat ediyordur artık diye düşünüyorum.)

Yine Vedat Milor'a geliyorum: Dediği doğru, biz okurlarımıza bedava danışmanlık yapıyoruz. Anlaşılmıştır diye düşünüyorum, fikir alışverişinden hiç şikayetçi değilim. Düşüncelerimi sayfalar dolusu yazdım, yazıyorum, yeter ki açık fikirli, meraklı ve öğrenmek isteyen insanlar olsun.

27 Şubat 2017

Okuma Notları 6

Genç Paul Auster ve sevgili daktilosu.

Milliyet Kitap'ın Şubat sayısını bir kenara ayırmış okuyamamıştım. Bugün okuma fırsatı buldum ancak.

Bu sefer çağdaş Amerikan edebiyatının büyük ismi Paul Auster'ı kapak yapmışlar. Aslında çok meraklısı değilim, ancak bazı kitaplarını (özellikle Kırmızı Defter ve New York Üçlemesi'ni) severim.

Paul Auster bilinmesi ve okunması gereken bir yazar. Yazmaya 12 yaşında başlayan Auster, Columbia Üniversitesi'nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okudu. Fransızca çeviriler yaptı. Özelikle Fransız şiiri üzerine saygı gören önemli bir antolojisi var. Dört yıl Princeton Üniversitesi'nde çeviri dersleri veren Auster'ın pek çok kimliği var: Şair, çevirmen, denemeci, senaryo yazarı ve yönetmen.

Yazı Yeşim Kasap'a ait, güzel bir derleme, araştırma olmuş. Altıncı sayfada "Hayatının Dönüm Noktaları" başlığı altında küçük notlar vardı, ilgiyle okudum. Şimdi baktım, yazıyı internet sitelerine de yüklemişler. Yazıyla ilgili kısımlara dikkat ettim ve ben de kendime notlar aldım.


Paul Auster, çok sevdiği daktilosuyla birlikte. Fotoğraf: Martine Fougeron



KALEMDEN DAKTİLOYA

Paul Auster'ın bilgisayarı yok. Çalışma yöntemi de şöyle: Yazılarını önce dolmakalem veya kurşunkalemle ve Fransa’dan aldığı çoğunlukla kareli not defterlerine yazıyor. Daha sonra notlarını 1960’lardan kalma Olympia marka daktilosuyla (SM-9 modeli) tekrar yazıyor. Paul Auster, daktilosuna duyduğu sevgiyi ayrıca “The Story of My Typewriter”da anlatmış.


Yazarın çalışma masası, dolmakalemi ve son kitabı. Fotoğraf: Martine Fougeron

KALEMİN ACISI

Bir şey daha var, meğer Paul Auster'ın, takıntı haline getirdiği bir alışkanlığı varmış: Evden kalemsiz çıkmıyormuş. 


Çünkü sekiz yaşındayken hayranı olduğu beyzbol oyuncusu Willie Mays ile karşılaşmış ve Mays’ten beyzbol topunu imzalamasını istemiş ama Mays’in de Auster’ın anne babasının da yanında kalem yokmuş. O gün çok üzülmüş. Öyle ki o günden sonra yanında kalem olmadan evden çıkmamış. (Bu talihsiz olaydan 52 yıl sonra olayı öğrenen Willie Mays kendisine imzalı bir top hediye etmiş.)



KIRMIZI DEFTER

Kalemi ve yazıyı seven Paul Auster elbette defterlere de büyük önem veriyor. Aşağıdaki alıntı Cam Kent kitabından:

"Defterleri gözden geçirdi, hangisini alacağına karar vermeye çalıştı. Asla akıl erdiremediği nedenlerle, alttaki kırmızı bir deftere karşı dayanılmaz bir arzu duydu. Defteri çekip aldı, inceledi, sayfaları başparmağıyla yavaşça karıştırdı. Defteri neden böyle çekici bulduğunu kendisine açıklayabilmekten âcizdi. Yüz yapraklı, yirmi bir buçuğa yirmi sekiz boyutunda standart bir defterdi. Ama defter bir yanıyla "Al beni" diyordu Quinn'e. Sanki bu defterin kaderi, Quinn'in kaleminden çıkacak sözcükleri kaydetmekti. Duygularının yoğunluğundan neredeyse şaşkına dönen Quinn kırmızı defteri kolunun altına sıkıştırdı, kasaya gitti ve parasını ödeyip onu satın aldı.

On beş dakika sonra evine dönen Quinn, Stillman'ın fotoğrafıyla çeki cebinden çıkardı ve dikkatlice çalışma masasının üzerine bıraktı. Masanın üzerindeki döküntüleri temizledi –kibrit çöpleri, izmaritler, küller, kullanılmış mürekkep kartuşları, birkaç metal para, bilet koçanları, karalanmış kâğıtlar, kirli bir mendil– ve kırmızı defteri masanın ortasına koydu. Sonra pencerelerdeki perdeleri kapattı, soyundu ve masanın başına oturdu. daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı, ancak o anda çıplak olması nedense çok uygun görünmüştü gözüne. Öylece yirmi otuz saniye kadar oturdu, kıpırdamamaya, soluk almak dışında bir şey yapmamaya çalışıyordu. Sonra kırmızı defteri açtı. Kalemini eline aldı ve ilk sayfaya adının baş harflerini yazdı: D.Q., yani Daniel Quinn. Kendi adını defterlerinden birine yazmayalı beş yılı geçmişti. Bir an durup bu gerçek üzerinde düşündü ama sonra bu düşünceyi önemsiz bularak aklından çıkardı. Sayfayı çevirdi. Birkaç saniye o boş sayfayı inceledi, "Acaba budalanın biri miyim?" diye düşündü. Sonra kalemini en üstteki satıra bastırdı ve kırmızı deftere ilk notunu düştü..."
Cam Kent, New York Üçlemesi 1, (Paul Auster'ın kitaplarını 1980 ve 1990'lı yıllarda Metis basıyordu, sonra Can Yayınları yayın haklarını satın aldı.)

MAVİ DEFTER

Bir başka alıntı daha. Kehanet Gecesi adlı romanda, kitabın kahramanı Sidney Orr ileride hayatını değiştirecek mavi defterle karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

"Öyle gösterişli ya da dikkat çekici falan değildi. Kullanışlı bir malzemeydi; ağırbaşlı, basit, işe yarar. Ama ciltli oluşu hoşuma gitti. Onu ilk elime aldığımda fiziksel zevke benzer bir şey hissettim. Nedense birden çok rahatlamıştım. O ana kadar mavi deftere yazmak bana zevkten başka bir şey vermemişti. Gitgide yoğunlaşan, çılgınca bir doyum duygusu. Sözcükler kafamdan sanki biri onları bana yazdırıyormuş gibi çıkmıştı; düşlerin, karabasanların ve özgür düşüncelerin billur diliyle konuşan bir sesin söylediği cümleleri kopya eder gibiydim..."

23 Şubat 2017

Dolmakalemin Ucunda



Yazının ruhu, denizci ve tüccar Fenikeliler sayesinde, 22 harf ile Akdeniz sularında yayılmaya başladı ve yeryüzü kültürünü genişletti. 

Bence kalemin ruhu ise ucunda ve mürekkeple olan ilişkisinde barınıyor. Kâğıt üzerinde gezinirken bizim ruhumuzu da inceltiyor, tıpkı mürekkep gibi incecik bir tabakanın içinde yayılıyoruz.

Geçenlerde bir kitapta yazının tarihiyle ilgili bir bölüm okurken dayanamayıp bir hatayı düzelteyim istedim ve Fenikelilerin ilk harfini çizdim.

Fotoğrafta da görüldüğü gibi kâğıda dokunan ucun çizdiği bir başka çizgi var, harfin içinde bir başka harf daha var, çizginin özü, mürekkep oradan yayılıyor.



Kültür ve sanatın da benzer bir temeli var, her şey orada kendine bir yer buluyor ve barınıyor: Güzellik, çirkinlik, incelik, kabalık derinlik, sığlık, bilgi, bilgisizlik.

Ben buna görgü diyorum. Çivi yazısı olmasaydı, belki kavramlar seslere dönüşemeyecekti, mağara duvarlarındaki resimler olmasaydı belki de fotoğraf makinemiz olmayacaktı, uygarlık bir başka yönde ilerleyecekti. Görgü, kalemin bıraktığı belli belirsiz iz gibidir. İsteyen bundan kendine güzel bir elbise çıkartır, isteyen üstündekileri yırtıp atar.  

27 Kasım 2015

ÇİZGİLER


"Ne mi yapsam, alırım bir kâğıt elime, üstüne bir şeyler çizerim
Çizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemez"*

*Edip Cansever, Dökümcü Niko ve Arkadaşları şiirinden.

06 Kasım 2014

Mektubun icadı




Mektup, yazıdan sonra insanlığın en büyük icatlarından biri. Ancak tarih boyunca, bütün icatlar gibi çoğunlukla kötülerin elinde kaldı ve genellikle kötüye kullanıldı. Örneğin güç sahibi olmak isteyen din ve siyaset canavarları mektuplar aracılığı ile iktidarlarını pekiştirmek istedi, patronlar ve soylular ise daha çok para elde etmek için emirler verdi, böylelikle müzelerde sergilenen anlamsız kanıtlar hazırlandı veya kötülük mektupları daha küçük canavarlar yarattı.

Saf mektupların --insanın tek gerçek zenginliği olan arzularını ve düşüncelerini yazmış olduğu mektupların-- sayısı çok azdır. Neyse ki saf mektup, başka mektup türleriyle yarışmak zorunda değil artık ve daha kolay yollarla yazabildiğimiz için (kısa mesaj ve e-posta) ihtiyaç duymadığımız bir şey haline geldi. Mektuptan daha kolay bir yöntemin olmadığı zamanlarda mektup yazmanın pek de özel bir anlamı yoktu. Tıpkı piramitleri yaptıran firavunların ve mimarların daha başka bir biçime ihtiyaç duymaması gibi, harika bir fikir vardı zaten ve o geliştirilmeliydi. Bugün de çok sevdiğimiz bilgisayarla veya telefonla bir elektronik metin göndermenin büyütülecek bir tarafı yoktur, çorap gibi sıradan, gündelik bir şey bu, yeni tarzımız böyle artık ve biz insanlar böyle hep yeni şeyleri seviyoruz. Her sene daha hızlı ve daha ince olan makineler üretilecek ve böylece biz de gerçek anlamda mektup yazma kültüründen uzaklaşacağız. Her sene daha hızlı olmalıyız, her sene yeni şeyler elde etmeliyiz. Her sene yeni kurbanlar vermeliyiz. Her sene gülümsemeliyiz, ilaçlar almalıyız. Her şey mutluluğumuz için her şey bizim iyiliğimiz için.

Mektup bütün bu tuhaflıkların karşısında felsefi bir düşünce ve biçimdir. İçinde bulunduğumuz dünya normal ise mektup değildir. İnsan doğasına aykırı bir icattır mektup. Çünkü insan tabiatı gereği beklemeyi sevmez, tuhaf geleneklere ve olmayan şeylere inanmayı çok sever. Saf mektup, bütün bunların karşısında özel bir anıttır, saydamdır, kırılgandır. Saf mektup Nietzsche gibidir, düşünür düşünür düşünür. Yaşayan kimse hakiki bir mektup yazamaz, saf mektup onu yazacak kişiyi bulur ve kendini yazdırır.

En güzel mektuplar belki de gönderilmemiş olanlardır. Göz, günlük hayatımızın gözü, çok kirli, çok hırslı, çok zalim. Hem zaten mektup okumaya ve yazmaya vakit yok. Cep telefonu uygulamaları, televizyon, arabalar, turizm, müzik, sinema, din, siyaset ve diğer "iyiliğimiz için olan her şey" bizim o güzel vakitlerimizi alıp nereye götürüyor?

Ulaştırma ağı, tablet bilgisayarlar, toplu konutlar, dizüstü bilgisayarları, restaurant'lar, barlar ve cep telefonları geliştikçe, yenilendikçe ve insanlar kendilerinden uzaklaşıp bunlarla oyalandıkça, bir azınlığın ortak sevinci olan mektubun ve kalemin hakiki çağı devam edecek.

23 Haziran 2014

Kalem, Kâğıt, Mürekkep



Her kalem bir ruha karşılıktır, her mürekkep bir vaktin görüntüsü.

Mürekkep kendi rengine bakmaz oysa, ona bakanlar kendilerini görürler. Mürekkep kendi inancını yaşar ve kimseyi güzelliğine inandırmak zorunda değildir. Kâğıt anlasın yeter.

Kâğıt ise içbükey bir zemindir.

Peki ama kâğıt ne anlar benden, senden? Ne anlar kırık bir kalbin öfkesinden, acısından ne anlar? Hiç anlamaz olur mu? Kâğıt, ilgilenmiyormuş gibi görünüp aslında içten içe dertlenen bir varlıktır. Ağlamıyormuş gibi görünüp, gözlerini kapatan, yalnızlığını içine döken birisidir. Sevilmediğini düşünüp, ölmeye yatan bir kahramandır kâğıt. Erikli tavuk yazın üstüne, gülümser. Dilinin ucuna gelen bir kelime yoktur.

Merdivensiz bırakıldığımız kör bir kuyudur kâğıt. Rengine aldanmayalım. Beyazın bir yerde insanı görmez ettiğini bilmemiz gerekir. Ancak karanlıkta açabiliriz gözlerimizi. Ruhumuzun kalemi uykuya doymaz, dünya üzerinde nasıl bir iz bıraktığını anlamaz bile bazen. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'da bu durumu anlatmıştı.

Kağıt ile toprak arasında bir benzerlik var. Toprak kendi başına olmaktan mutlu, biraz su olsa hiç fena olmaz, yine de susuz da şekil değiştirip yine aynı yerde durabilir. Toprak kimseye ihtiyaç duymaz ama ağaçlar öyle değil. Onlar hem toprağa hem suya muhtaç. İnsan da ağaca benzer bir halde yaşıyor. Kâğıt beklemeyi biliyor, umurunda bile değil denebilir mi? Denemez.

Tabiat kâğıttır. Her yağmur, her fırtına bir iz bırakır üzerinde. Zaman, yalnızlık ve yalnızlığın her ilacı bir iz bırakır. Dokunuş bir ilaçtır. Kâğıt, özlem doludur, ağlamaz, kendini yerden yere vurmaz, ne kadar yalnız olduğunu hiç söylemez, suskundur, konuşmanın anlamsızlığını anlamış susmuştur. Kalem anlasın ister belki, mürekkep kendisini bilsin ister.

Mürekkep insanı bekler, onun kendine has bir şiiri vardır. Kâğıda sarılmak isteyen şiirdir mürekkep.

Güzel bir iz bırakmadan geçmek olmaz. İzler hiç silinmese de, her defasında bu izleri okumak bazen mutluluk bazen acı verse de, yine de izler önemlidir, "bir bakış bile yeterken" kimi izler yakıcıdır.

Bizler kalem gibiyiz, dünya defter gibi.

Her kalem bir gün kırılır. 

Mürekkep uçar, mürekkep dökülür.

Yazının da sonu var, o da unutulur. 

Kâğıt uzaklara dalıp gider, bir yangına kadar.

Mürekkep bizim arzularımız, kalem aynamız.

Boş defter olmaz olsun.


17 Nisan 2014

Kendine Ait Bir Harf*



Güzel el yazısının en büyük sorunu kolayca anonim olabilmesi.

Daha önce de yazmıştım, çok güzel yazıyor bazı insanlar. Özene bezene yazıyor ve hakikaten çok uğraşıyorlar yazarken. Ben de güzel yazıları seviyorum ama bir levhada veya bir kitapta olsun isterim. Bir defterde elle yazılmış Helvetica font karakterlerini görmek istemem.

Ben dahil her gören de beğenir uyumlu yazıları ama kendinize özgü bir yazı karakteriniz yoksa kişilikli bir yazının sahibi değilizdir. "Yazdıklarına baktığımda orada seni göremiyorum." dediydim bir arkadaşıma. Alınmıştı biraz. Olsun, bir kişinin yazısında onu görebilmeliyim, yoksa o yazıya bakmak bana hoş gelmiyor. Hele kitap harfleriyle yazı yazanlara ayrı bir şaşırıyorum. Evet gözümüz, uyum istiyor, harflerin aralıklarının belirli bir boşluğa sahip olmasını istiyor, bir müzik eseri gibi olsun istiyoruz yazıların. Olsun elbette. Fakat bunun için başka bir yazıyı pelerin gibi üstümüze alıp ortadan kaybolmamız gerekmiyor. Kırık dökük olalım mesela, içimizden geldiği gibi dökelim harfleri.

El yazımızın tipografi kurallarına bir bağının olması gerektiği gibi yanlış bir inanış var bence.

Canımız istediğinde bazı harfleri farklı şekillerde kullanabiliriz. Ne daktilo ne de bilgisayar klavyesi değiliz. Öncelikle yazımızı kendimizin okuması gerek, sonra başkalarının. Biz anlıyorsak güzel, başkaları da okuyabiliyorsa o da güzel. Ama çok da gerekli değil.

Daha güzel yazmak için kasılmamak gerek "düzgün yazacağız" diye kendi yazımızda kendimizi kaybetmeyelim, arada bir harf de bizden olsun. Küçümsemeyelim, bize ait bir harf az şey değildir.

Düzgün ve uyumlu bir yazıya sahip olmak isteyenleri de anlıyorum. Onlara kendilerine ait harfe sahip olmaları gerektiğini söylemek istiyorum sadece. Özel bir harf olsun elinizin altında. Mürekkep o harfi bilsin, kâğıt o harfi tanısın, kalem o harfi yürüsün.

Yazarken eğlenmeliyiz biraz, yazı sıkıntı verici bir şey değildir.

El yazısı özgürlüktür, dünyadan uzaklaşıp nefes aldığımız bağ bahçe demektir.

Bahçıvanın acımasızca saldırdığı yaban otlarıdır el yazımız.

Kargacık burgacık da olsa bizim yüzümüze benzer aslında elimizdeki harf.

Benim yüzüm buruşuk biraz. Varsın öyle olsun, biz mürekkebin tadını çıkaralım.

*Virginia Woolf'a selam olsun. 

04 Eylül 2012

Okuma Notları 4


Orhan Pamuk'un penceresinden İstanbul. Çizen: Matteo Pericoli.

1. YAZARLAR NASIL YAZIYOR?

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, romanlarını elle yazıyor. Dolmakalem kullanıyor. Kareli defteri tercih ediyor. Orhan Pamuk, ayrıca biten dolmakalem kartuşlarını atmayıp biriktiriyor. Elle yazdığı romanını dizgiye yolluyor; dizildikten sonra üzerinde bilgisayarla çalışma yapıyor.

Orhan Pamuk'un Nobel konuşmasından bir bölüm (7.12.2006):

"Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan âlemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni âlem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kâğıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir âlemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir âlem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir." (...)


Hilmi Yavuz: Yazılarını bilgisayarda yazan Hilmi Yavuz, defterlerini hâlâ Pelikan dolmakalemiyle dolduruyor. 

Ümit Meriç: Sosyolog yazar. Yazılarını elle kaleme alıyor. Teknolojiye mesafeli. Ümit Meriç'in bu konudaki görüşleri şöyle:

"Kalemin kutsiyetine inanır hale geldim. Kalem kutsaldır. Çünkü üzerine yemin edilmiştir. Bilgisayar bir yerde hain bir araç. Bir virüs çıkıyor ve her şeyi, bütün bilgiyi, emeği sıfırlayabiliyor. Oysa elle yazılan bir kelime yüzlerce sene silinmeden saklanabilir."

ALIŞKANLIKLAR VE TAKINTILAR


Voltaire'in yazdığı bir mektup.
Voltaire yatakta, kâğıdı sevgilisinin sırtına dayayıp yazarmış.

Churchill ayakta ve dolanırken.

Benjamin Franklin ise küvette yazmaktan çok hoşlanırmış.

Leviathan'ınn yazarı felsefeci Thomas Hobbes da ilham geldiğinde yatak çarşaflarına bile yazar, yer kalmayınca da bacaklarına geçermiş. 

Victor Hugo, tıkandığında, bir türlü yazamadığında uşağını çağırır, tüm giysilerini alıp gitmesini ve ertesi güne kadar gelmemesini söylermiş; böylece evde çıplak çıplak oturup yazmaktan başka yapabileceği hiçbir şey olmazmış. Ayrıca Victor Hugo çatısındaki cam kafeste yazmaktan hoşlanıyormuş. Orada kürsünün önünde durur ve çıplak olarak yazarmış. Bazen değişiklik olsun diye kafasından aşağı soğuk su döker ve vücudunu at kılından yapılma eldivenlerle ovalarmış.

William Shakespeare ise noktalama işaretlerini koymaya dahi fırsat bulamayacak kadar hızlı yazıyormuş! (Elbette tüy kalemiyle.)

Barth ve Colette ancak dolmakalemle (Colette için Parker) Jack Kerouac ise ancak daktiloyla yazabiliyorlarmış.

Ernest Hemingway de çıplak ve ayakta yazarmış ve daktilosunun da bel hizasına geliyor olmasını şart koşarmış. (Bu arada Ernest Hemingway'in kuzeni Edward Hemingway'in 1930'larda, Meterell Towers adlı dokuz yatak odalı bir şatoda İngiltere'nin en eski çıplaklar kampını kurmuş olduğunu belirtmek gerekebilir.)

D.H. Lawrence'ın yöntemi biraz daha tuhafmış: yazmaya oturmadan önce soyunur, evinin önündeki dut ağacına çıplak olarak tırmanır, sonra inip yazmaya başlarmış!

Fransız şair ve Cyrano de Bergerac'ın yazarı Edmond Rostand, yazarken dostları tarafından rahatsız edilmekten o kadar bıkmış ki, çareyi küvette yazmakta bulmuş. Soyunup küvete giren ve öyle yazanlar arasında Agatha Christie ve Benjamin Franklin de var. Benjamin Franklin ayrıca 'hava banyosu' almaktan da hoşlanırmış: yazarken soğuk bir odada çıplak oturmak ona iyi gelirmiş.

(Kaynak: Radikal Kitap, Z. Heyzen ateş, 18.06.2010/ Zaman, 11.07.2009 / Radikal Kitap, Cem Akaş, 09.02.2007)

2. Montblanc'ın Kısa Tarihçesi

Dolmakalemlerin halka yaygınlaştırılmasını amaçlayan Hamburglu Alman kırtasiyeci Claus Johannes Voss, 1906 yılında yanına Christian Lausen isimli bir bankacı ve bir mühendis olan Wilhelm Dziambor’u alarak mürekkep hazneli dolmakalem imalatına başladı.

montblanc
Montblanc (Photo: djeucalyptus) 
 
Şirketin kuruluş yıllarındaki adı ‘Simplo Dolmakalem’di. 1910’da kapaktaki kırmızı renk, 6 yuvarlak köşeli beyaz bir yıldızla değiştirildi. O günlerde yapılan bir toplantıda kapağın tepesindeki yıldız, bir dağın zirvesindeki buzula benzetilince, kalemlere Avrupa’nın en yüksek dağı Montblanc’ın ismi verildi.

Şirketin efsane haline gelen “Meisterstück” (usta işi) markalı dolmakalemlerinin üretimi 1924’te başladı. 1986’da “The Art of Writing” sloganı ilk kez kullanıldı.

Montblanc kalemlerinin koleksiyonerler için önemli tutku olduğunu kaydeden Montblanc Başkan Yardımcısı Sönke Tornieporth, “On beş yıl önce alınan bir dolmakalem şu anda çok iyi değer kazanmış durumda. Dövize ve borsaya yatırıma göre daha güvenli ve daha fazla getirisi var” diyor.

Sönke Tornieporth, 105 yaşında olan firmanın sadece kalem değil, mücevher, saat, çanta ve aksesuvar satışı da yaptığını hatırlatarak, şunları ekliyor: 
“Montblanc’ın bilgisayara yenik düştüğünü söyleyenler var ama bu böyle olmadı. Bizim kalemlerimizi alanlar için yazı bir fonksiyon değil, onlar için tutku.”

(Kaynak: Hürriyet, 06.12.2009)

3. RICHARD BURTON - ELIZABETH TAYLOR


Elizabeth Taylor ile Richard Burton’ın skandallarla başlayıp acı dolu biten, dillere destan bir aşkları vardı. İlişkileri 1963 yılında başrol oynadıkları “Kleopatra” filminde başladı. O sırada her ikisi de evliydi. Çift 15 Mart 1964’te evlendi. 
 
Kavga gürültü, alkol, mücevher, mal mülk, özel uçaklar bu ilişkiye damgasını vurdu. Özellikle Richard Burton’un Elizabeth Taylor’a 40’ıncı yaş gününde hediye ettiği 69,42 karatlık 1,1 milyon dolar değerindeki elmas kolye ile evlilik hediyesi olan Meksika Puerto Vallarte’deki Casa Kimberley isimli villa akıllardan çıkmadı. 
 
1974’te boşanan çift, 1975’te tekrar evlenip bir yıl sonra yine ayrıldı. Richard Burton 1984’te, menekşe gözlü unutulmaz güzel Elizabeth Taylor ise 23 Mart 2011'de hayatını kaybetti.



15 Mart 1964, evlendikleri gün.

Richard Burton 27 Aralık 1973’te yazdığı mektupta, Elizabeth Taylor’ın kendisine Noel’de hediye ettiği dolmakalem için teşekkür ediyor:
“Sıradan bir kadın olmadığın çok belli. Tıpkı bu kalem gibi sen de farklısın. Tıpkı bu özel kalem gibi sen de ağır ancak aynı zamanda da ‘hafifsin’. O yüzdeki ifade nasıl da arzu dolu bir ifade alıyor? Nefesler nasıl tutuluyor? Her erkeğin kadınında görmek istediği o hayvani, vahşi taraf nasıl da ortaya çıkıyor? Tıpkı dolmakalemin bedeninin en derinlerinden bir anda fışkıran mürekkep gibi... R.B.”

30 Ağustos 2012

Okuma Notları 3

1. DOLMAKALEM NASIL KULLANILMALI? 



"Lüks kalemin kapağını arkasına takmamanız gerek. Dolmakalem hassas olduğu için dikkatli kullanmalısınız. Her gün kullanırsanız sorun yaşamazsınız. İki hafta kullanmazsanız temizlemeniz gerekir çünkü mürekkep yoğun bir madde. Kalemin içinde kurur ve kalemin ucuna düzgün şekilde akmaz." (Cristiano Pauia, OMAS)

2. DOLMAKALEM ALIRKEN NEYE DİKKAT ETMEK GEREKİR?

"Kalemin ucu yumuşak olmalı. Dolmakalemle yazdığınızda kalemi hissetmemelisiniz, kağıt üzerinde akıp gitmeli. İyi uçlu bir dolmakalem elinizin uzantısı haline gelir ve eliniz yorulmadan saatlerce yazı yazabilirsiniz." 

(Cristiano Pauia, OMAS Yöneticisi, Milliyet Cumartesi, 1.4.2006)

3. 'DERSLERDE BAŞARININ YOLU DOLMAKALEM'


İskoçya'da ileri teknolojiye sahip okullar daha iyi eğitim için dolmakaleme geri dönüyor. Her öğrencisi için bir bilgisayarı bulunan Edinburgh'taki Melville İlkokulu çocuklara dolmakalem kullanma zorunluluğu getirdi.  

Dolmakalem kullanmanın akademik hayattaki başarıyı artırdığını söyleyen yetkililer, "Bu, öğrencilerin daha dikkatli davranmasını sağlıyor" dedi. 

(Sabah,  12.12.2006, s.4)

4. FÜRUĞ


Şair Feridun Moşiri, Furuğ'la ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor: 

"Furuğ Ferruhzad'ın derginin ofisine geldiğini hayal meyal hatırlıyorum. O günlerde Abadan'dan Tahran'a yeni dönmüştü. Kendisini biraz yabancı hissediyordu. Saçları dağılmıştı ve elleri mürekkepliydi. Sanki ellerinde bir dolmakalem parçalanmış ve mürekkebi bulaşmıştı. 

Beni arıyordu ve 'Moşiri nerede?' diye sordu. Yol gösterdiler. Odama geldi, selam verdi ve aynı yerde durdu. Buyur ettim ve oturdu. Onun için çay getirmelerini söyledim ve konuşmaya başladı. Üç tane şiir getirmişti. İlk kez yayımlanması için onlardan birisini seçtim. (...) O şiir Günah şiiriydi. Benim için çok şaşırtıcıydı. Karşımda oturan kişi bir genç kızdan daha çok yetişkin bir kadını andırıyordu."

(Derya Önder, Radikal Kitap, 29.02.2008, s.10)  

Çok sevdiğim Füruğ'dan bir yudum şiirle bitirelim notları:

"ey baştan aşağı yeşil! 
yakıcı hatıralar gibi ellerini, 
bırak benim aşık ellerime"

29 Ağustos 2012

Okuma Notları 2

1. YAŞAR KEMAL

  
Yaşar Kemal 50 yıldan fazla kurşunkalemle yazdıysa da son yıllarda Lamy marka dolmakalem kullanıyor.

“İnce Memed’e imzamı koymamak için direnmiştim”, Doğan Hızlan, Yaşar Kemal Röportajı, Hürriyet, 20 Aralık 2003, s. 16)

2. ENİS BATUR


"Ancak bir masada yazabilirim; kesik uçlu dolmakalem kullanırım (başka kalemlerde kıvam tutturamam); yazacağım defter ya da kağıt çizgili olmalıdır."
(Bekçi, Oğlak Yay. 2003)

3. DOĞAN HIZLAN


"(...) Ben siyah, klasik dolmakalemlere tutkunumdur. Siyah mürekkepten pek hoşlanmasam da. Kalın dolmakalemler bana çok iri sarılmış zeytinyağlı dolmaları hatırlatır, kullanmayı sevmem. Ama tabii koleksiyonumda öyleleri de mevcuttur.

Sayılı miktarda üretilmiş kalemlere sahip olmanın hazzını yaşayanlar bilir. Mont Blanc'ın Ernest Hemingvvay modeli mesela...
Eski modellerin yeniden üretilmesi bence koleksiyonculara hakarettir. Bende var diye böbürlenirken, onu vitrinde görmek tansiyonumu hemen yükseltir. Sheaffer, 1940'ların Crest modelini çıkardı. Siyahını tercih edin lütfen. Altın, ucu dışında, kaleme yakışmıyor. Parker'ların 51, 61'ini hatırlamaz mısınız? O gizli uçları...

Gösterişli/gösterişçi kalemlere Dunhill ile Yves Saint Laurent'ı da ekleyelim. O kırmızı kocaman Yves Saint Laurent dolmakalemin albenisini inkar edemem. O kalemlerle insan sanki kendi için değil de başkaları için yazıyor. İtiraf edeyim ki, arada bir ben de gösterişli kalemlerle yazıyorum, teşhirci iblisin başını ezmek mümkün değil ki.

Harley Davidson'ı çok sevgili ve saygıdeğer bir dostum armağan etti, yeri başka, onu da spor kıyafet giydiğimde ve özellikle tatil günlerinde kullanıyorum.

Küçük dolmakalemleri severim, bu yüzden de zaman zaman Kaweco ile yazarım.

Bir de müstehcen Lamy kalemim var. Çünkü içi görünüyor, kalem de soyunursa böyle soyunur.

Mürekkep tutkusu

Dolmakalem deyince mürekkep gelir hatıra. Her dolmakalemi kendi mürekkebiyle dolduracaksın ama zamane icadı kartuşlara da kayıtsız kalmayacaksınız. Kalemin dış rengine göre içine aynı renk mürekkep koymak da gün oluyor icap ediyor. Bordo (burgundy) kaleminize aynı renk mürekkebi koymazsanız, bu burgundy Cross'u, Montblanc'ı niye aldınız öyleyse?
Mürekkep fanatikleri de vardır. Sevgili dostum Osman N. Karaca kahverengi mürekkepten başkasına yan gözle bile bakmaz.
Sabahattin Ali'nin yeşil mürekkep tutkusunu okumuşsunuzdur. En nefret ettiğim insanlar, kalemlerini uzatıp, senin mürekkebin vardır, doldur diyenlerdir.
Mor mürekkebe bayılırım, eski stampa mürekkebi ile sabit kalemin hatırlatıcısıdır."
(Hürriyet, 17.12.1995 )

4. HADİ ULUENGİN
"Ah, ah 'Montblanc' dolmakaleme zaten çok ihtiyacım var. Papaz lisesinde öğrendiğim kaligrafik yazıyı tekrar hatırlamam için mutlaka bu marka gerekiyor."
(Hürriyet, 22 Aralık 1996)