08 Kasım 2018

Robert Walser ve Aniki Defter Festivali


Elimdeki son defteri idareli kullanmaya, bittiğinde ise gazete kâğıtlarına Robert Walser gibi not almaya kendimi hazırlamıştım.

Robert Walser'in kurşunkalem ile yazdığı mikro yazıdan bir örnek.
En son defterin ön ve arka kapaklarına da yazmayı düşünüyordum - ki Walser üstadımız da bunu onaylardı. 

Bilindiği gibi İsviçreli yazar Robert Walser o kadar kederliydi ki 1 puntodan daha küçük (1 punto 0,376 mm'dir) harflerle bir A4 kağıdına roman yazmış biri olarak bilakis benimle gurur duyabilirdi. 

Lakin ben o kadar kederli değildim. 

Yalnız ve hüzünlü memleketimin bir defter ustasına güveniyordum.



Böyle dalmış düşünürken telefonun kırmızı ışığı beni rüyadan uyandırdı (masa telefonlarının sesi ofiste büyük bir gürültü çıkarıyor o yüzden sesini kapatmıştım) meğer gazetenin muhaberat servisinden arıyorlarmış. 

Kurye gelmiş. 

Beni bir paket bekliyormuş. 


Benim için hazine değerindeki defterlerimi alınca bir an durdum, ya ofise çıkıp çalışmaya devam edecektim ya da bir kutlama yapacaktım. 

Yirmi dört yıldır tozlu arşivlerde çalışıyorum, birazcık şımarıklık yapmaya hakkım var, diyerek kişisel bir festival düzenlemeye karar verip Caffè Nero'ya gittim. Her zamanki masaya kuruldum ve dünya güzeli defterleri(mi) seyrettim: Asitsiz, arşivlik kâğıttan enfes defterler. (Lüks düşkünü insanları anlamaya başladığımı hissettim bir an, dünya üzerinde bu defteri kullanan kaç kişi vardı ki sonuçta? Galiba İzmirli bir iş insanı ve benden başka artık kimse bu defterlerden kullanmıyor.)

Altı tane defter, altı dünyanın anahtarı gibi masada duruyordu. 

Sanki her bir defter kâğıttan kedi gibiydi, rahatlatıcı mırıltılarla bana sesleniyorlardı. 

Kitapsız, deftersiz ve kalemsiz bir yere gitmem, doğal olarak o sırada elimde milyon kere okuduğum Şule Gürbüz'ün Öyle miymiş? kitabı vardı, bir de tepesine deniz kabuğu iliştirilmiş Sheaffer kalemim. Onlar da festivalin baş konuğu oldular. (Gömlek cebinde fazlalık yapmasın diye masanın bir kenarına bıraktığım günlük defteri ofiste unutmuşum, yoksa o da fotoğrafta görünecekti.)

Kahveyi bitirdim, defterleri koklayıp sevdim sonra da şifa niyetine kitaptan birkaç sayfa okudum.

(Bu arada, 8 Kasım Dünya Deliler Günü imiş. Defter kalem mürekkep delilerini kapsıyor mu bilemem ama Şule Gürbüz, Öyle miymiş? kitabında "insana delirdiği yerden bakmalı" (s.165) diyor, haklı galiba.)

Sonra 6 tane defter için bu kadar sevinç yeter deyip etkinliği sonlandırdım. 

İşte dünyanın en kısa ve en güzel defter festivali böylece sona erdi.

27 Ekim 2018

Natürmort



Kıymetli mürekkepler, gündüz ışığı ile yıkanan Sheaffer NoNonsense, yeni defterler gelene kadar bitmesin diye azar azar yazdığım son Aniki defter ve akşam saatlerinde artık olmayan 2 mandalina.

17 Ekim 2018

Diyaloglar

fotoğraf: mehmet b.
Dün akşam sularında, Jaguar Kitap yayın yönetmeni Behlül Dündar ve sayfa tasarımcısı Hakan Güngör ile Osmanbey'de buluştuk, biraz oturup sohbet ettikten sonra Saint Michelle Lisesi'nin yolunu tuttuk. Saat 19.00'da başlanacağı söylendiği için acele etmedik, kapıdan geçtiğimizde ortada kimseyi göremeyince küçük bir hayal kırıklığı yaşadık, bu nedenle ben sessiz sakin bir toplantı olacağını düşündüm. Zaten Küba edebiyatı ve ülkemizde pek tanınmayan bir yazar söz konusuydu. Okulun büyük arka bahçesindeki kalabalığı görünce şaşırdım. Salona geçtiğimizde ise tıklım tıklım olmasa da bütün salonun dolu olduğunu görünce bir kere daha şaşırdım.

Diyaloglar 2013'ten beri sürüyormuş, edebiyata çoğu şeyin girişimin kısa ömürlü olduğunu düşününce Ayfer Tunç ile Murat Gülsoy'un etkinliği bunca zaman ısrarla sürdürmesi  takdire şayan.

Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy, konuşmaya Felaketzedeler Evi'nden çok etkilendiklerini söyleyerek başladılar. Bir yerde Murat Gülsoy, "Çevrilmeseydi bu eserden haberimiz bile olmayacaktı" dedi, yayınevinin ardından çeviriyi de övdü, o zaman şahsen tanışamadığım Gökhan Aksay da keşke burada olsaydı dedim.

İkili bir saat boyunca Guillermo Rosales'in yazdığı, Türkçeye Gökhan Aksay tarafından çevrilen Jaguar Kitap mahsülü Felaketzedeler Evi'ni konuştu. Yazarın hayatından, dönemin atmosferinden örnekler verdiler, kitaptan pek çok bölüm okudular, kitabın kahramanlarından ve ruh hallerinden söz ettiler.

Çıkışta da kendimizi tanıtıp ikiliyle biraz sohbet ettik, konuşmamızı duyan bir Jaguar Kitap okuru da bize katıldı. Edebiyatla dolu çok güzel bir akşam oldu, özellikle Murat Gülsoy çok etkileyici bir insan, daha çok konuşmak isterdim. Yıllar önce arada sırada Yapı Kredi  Yayınları'na uğrar Selahattin Özpalabıyıklar ile sohbet ederdim, ilk orada görmüştüm, ne zaman gitsem, sessizce kendi halinde masasında çalıştığını görürdüm.

Velhasıl iyi edebiyat adına çok sevindirici bir akşam, çok güzel bir etkinlik oldu. Bundan sonraki etkinlikleri kaçırmamaya çalışacağım.

15 Ekim 2018

Felaketzedeler Evi ve Diyaloglar


2013'ten beri Ayfer Tunç ile Murat Gülsoy az bilinen başyapıtlar üzerine konuşuyorlar, 16 ekim 2018'de ise Guillermo Rosales ve Felaketzedeler Evi üzerine konuşacaklarmış.

Meraklısı gidip dinler elbette ama bu tarz etkinliklerin afişleri üzerine de düşünelim isterim.

Bu seferki afişte stilize edilmiş bir dolmakalem ucu kullanılmış ve çok güzel olmuş. 

26 Eylül 2018

Sadık Ruslan, Jaguar Kitap, Okurlar ve Editörler Üzerine


Bir okurun hayali nedir?

Bu isimsiz bir okur olmasın somutlaştıralım, diyelim ki sevgili okurumuz Jorge Luis Borges olsun, cenneti kütüphane olarak düşleyen biri "daha çok okumak" diye cevap verirdi muhtemelen.

Ben de kitaplara düşkünüm, çantamda hep kitap taşırım, ortaokul öğrencisiyken Nurtepe'den Çağlayan'a yürüyerek gider, Çağlayan İl Halk Kütüphanesi'nden kitap alır, yine yürüyerek dönerdim. Benim için büyük maceraydı o kitaplara ulaşmak. Sonunda insanlık tarihinin başyapıtlarına, yeni maceralara doğru yelken açardım.

Eski bir alışkanlık işte, hep daha çok okumak istedim, yazmaya hep daha az vakit ayırdım. Okur tuhaf bir varlıktır. Bazen okuduğu kitabı çok beğenir de bir cümlesini başka türlü okuyabilir, başka bir cümleye dönüşsün ister. İşte bu an okurun, yayınevinin mutfağında pişen yemeğin kokusunu aldığı andır.


Jaguar Kitap, yayımladığı her esere büyük özen gösteren bir yayınevi. Şüphesiz bu durum yayınevinin kralı olan Behlül Dündar'ın iflah olmaz bir okur olmasından kaynaklanıyor.

Yıllar yıllar önce, Sirkeci'deki Büyük Postane'nin karşısındaki Baks isimli artık olmayan kafede, cebimde dolmakalemlerle Behlül'ü bekliyordum. Bana New York'tan bir saat kitabı getirmişti. Geldiğinde hem saat kitabı için hem de kitap seven biriyle oturmak harika bir duygu olduğu için çok sevindim.

O gün kahve içtik, bir yandan kitabın sayfalarına baktık bir yandan edebiyat hakkında konuştuk. O gün Behlül'ün sandığımdan daha büyük bir kitap okuru olduğunu anladım. Bu deniz yerine okyanus ile karşılaşmak gibiydi, aradaki farkı anlamak hemen mümkün değildir ama sezmek olasıdır.

Behlül, yazarlardan, kitaplardan, öykülerden, romanlardan öyle büyük bir coşkuyla söz ediyordu ki söylediği her kitabı gidip okuma isteği sarıyordu beni. İnanılmaz ama halen öyle, yorulmadı, bıkmadı şimdi de ne zaman konuşsak edebiyat ufkumun genişlediğini, daha derin suların varlığını hissederim. Behlül bir kitabın, bir öykünün can alıcı noktasını bir bakışta gören, öyle ki kitabı neredeyse yaşayan halis bir okurdur. Behlül gibi bir kitap okurunu daha önce görmemiştim, daha sonra da göremedim.


Yıllar sonra, öyle çok kitap okumuş olmalı ki Behlül, birden Jaguar Kitap'a dönüştü. Ben de kendimi bu yayınevinin doğal bir parçası olarak buldum. (Hatırlıyorum da 20-30 yıl boyunca kitap kapaklarından şikayet eden, çirkin kapaklı güzel kitaplara A4 kâğıtlarından yeni kapaklar uyduran bir okur olarak, Jaguar Kitap'ın kapakları belirlenirken, konsey üyesi olarak kendi fikrimi söyleyebilmek, bu fikir üzerinden okyanus ötesinden bir tasarımcının hemen çalışmaya başlaması ve nihai kapak için yeniden düşünce üretmek muazzam bir keyif. İşin içinde olunca kapak için gösterilen özenin buzdağının görünen yüzü olduğunu, editörlük kısmına çok daha büyük bir emek verildiğini görüyorum.)

Ancak hakikatler acı, profesyonel yayıncılıkta amatör okurlara yer yok. Kendimi geliştirmem, daha çok okumam, kurslara gitmem, daha çok öğrenmem gerekiyordu. Bu aşamada insanın çevresindeki hazinesi önemli, çünkü editör arkadaşlarımın olması bir şans, hele hele bu arkadaşların memleketin en iyi editörleri olması büyük bir lütuf. Öğrenmenin sonu yok, sonu yok.

En temel öğretici ise kitabın kendisi. Her kitap bir üniversite gibi. Yazar Küba'dan yola çıktıysa oraya gitmek gerekiyor, Rusya'da, Platonov'un memleketinden geldiyse başka bir heyecanla başka kütüphanelere yürümek gerekiyor.


Kitap büyülü bir nesne. Her kitap çoğu okurun karşısına pişmiş bir halde gelir. Yayınevlerinde ise henüz hamur halindedir, daha çiğdir, olmamıştır. Çeviri bir eserse eğer, özgün metni çeviren kişi büyük önem taşır. Georgi Vladimov'un başyapıtı Sadık Ruslan'ı Kayhan Yükseler çevirmiş. Biliyorum, çeviri uğraşı zordur, bazen birkaç ay uğraşılır kitapla, bazen yıllar sürer. Ahmet Cemal'in çevirdiği kimi kitapları benim gibi yıllarca bekleyenler vardı.

Bilindiği gibi bir kitapta çok insanın emeği vardır. Filmlerin sonunda çıkan onca ismi şaşkınlıkla okuyanlar kitapların künyelerine de bakar. (Ne yazık ki kitapların künyelerinde emeği geçen pek çok isim yer almaz. Çevirmenler örgütlüdür, kitabın kapağına isimlerini yazdırabilirler de editörler hep çaresizmiş, sahipsizmiş gibi gelir bana, gibisi fazla belki öyle. Editörün bu memlekette hakkı hukuku yok. İzledikleri filmler hakkında yalan yanlış ahkam kesenlerin bile dişli dernekleri var ama editörlere münzevi olmaları, görünmez olmaları gerekiyormuş gibi bakılıyor.

Yeri gelmişken yazayım, bence bütün kitapların künyesi yarımdır. Şimdi bulamadım ama 1990'ların sonunda bir kitap almıştım, künyesinde matbaa işçilerinin ismi vardı, çok güzel bir kadirşinaslık örneğiydi.)

İşin editörlük yanı çok dertlidir. Bazen çeviri öyle bir halde gelir ki editörler aylarca işin içinden çıkamaz, bilenlere danışılır, küçük ayrıntılar büyük dertler doğurur. Bazen eğrilerden doğrulara varmak için başka kitaplar okunur, kaynakçalar taranır, kitaba aktarılamayacak kadar çok şey öğrenilir. Bir sayfa sözcüğün arkasında binlerce sayfanın, binlerce sözün olduğu görülür. Göl zannedilen yerin deniz olduğundan şüphe edilir, evet denilen yerde hayır dendiği anlaşılır. Kısacası editör Küçük Kara bir Balık'tır, deniz ise büyük ve uçsuz bucaksızdır, mücadele etmeden sonuç alınmaz.

(Kimi yayınevleri ise editörleri köle gibi çalıştırır da adını bile yazmaz kitaba, kimi vicdansız yayıncılar da kitabın iki-üç haftada yayına hazır olmasını isterler, kafası gözü yarılmış kitaplar çıkar piyasaya, o yayınevlerinden ve kitaplarından uzak dururum.)

Lafı çok uzattım, bitireyim artık:

Demem o ki işin mutfağında kan, ter ve gözyaşı vardır.



Sadık Ruslan önemli bir eser, Natalia Suvoroa'nın emeği çok büyük, kendi adını yazmamış ama kitabının editörlük sürecinde Behlül'ün de çok büyük payı var, nihayet gururla söyleyebilirim ki çorbada benim de tuzum var.

Kitabın özüne gelince Sadık Ruslan, hayvanlardan söz ediyor ama hayvanların en büyük dostu ve en acımasız düşmanları üzerine düşünmek için de iyi bir fırsat. İnsan her zaman yeryüzünden Ay'a bakıyor ama Ay'dan dünyaya bakmıyor.

Okumak güzel şey.

03 Ağustos 2018

Kedi Yazısı

Kaynak: Avogado6
Çizer haklı. Yazı, kedi gibi bir şey. Kendi aklı var, nereye gideceği her zaman tahmin edilemiyor.  

Harfler bir araya geldiğinde yabani bir yüz de görebiliriz, sevimli, merhamet dolu bir bakış da. 

Mesele kedi değil, yazının ken(d)isi. Mürekkepten ibaret şekiller hem estetik hem de yırtıcı olabilen bir varlığa dönüşebilir. (Elinde kalem olan biri pençelerini gizliyor da olabilir, okur her zaman dikkatli olmalı.)

Yazı, şaşkın da bakabilir. (Artık kediler nereden geldiyse ya da nerede uyumuş, hangi rüyayı görmüşse.) 

Siyah Kalem, 15. yüzyıl, Topkapı Sarayı Koleksiyonu
Yazı canlı değil ama olmaya da teşne, bizimle nefes alıp veriyor ve tıpkı eski bir fotoğraf gibi zamanın içinde gölgelerin arasında kendine yer açıyor, yola çıkıyor.

Uyuklayan kedi Ulysse ve Martine Franck'ın gölgesi, Paris, 1989 (F: Henri Cartier-Bresson)

Selim İleri'den bir alıntıyla bitirelim:

"Çocuktum... Bir sabah Bahariye Caddesi'nde iki kedi görmüştüm. Yavru değillerdi ama birlikte yan yana yürüyorlardı. Oysa kediler yalnız yaşar. Sonra bir evin kapısı açıldı. Eski Kadıköyü evlerinden, kapısına yedi sekiz basamaklı merdivenle çıkılan. Bir kadın kedilere yemek verdi. Biri yiyor, öteki kedi yiyen kedinin önüne yiyeceği iletiyor. Anlaşılır şey değil. Ama sonra fark ediyorsunuz: Yiyen kedi kör! Daha o zaman anlamıştım, hissetmiştim. Yaşamın nasıl şefkate ve merhamete muhtaç olduğunu!" 

(Anılar; Issız ve Yağmurlu, Doğan Kitap, 2002, s.156)

16 Mart 2018

Olağan Şüpheliler


Kahvenin mürekkep ile buluştuğu her yerde âşikâr bir hüzün ve heves var galiba.

Hüzün ve heves de yazıyla ilişkili gibidir, belki heves daha çok şiirle, hüzün de kederle bağlantılıdır.

Yazmaya plansız başlayan herkes nereye varacağını kestiremez ya öyle bir şey.

Yazmanın bir lezzeti var mıdır, diye düşünmeye de varabiliriz. Belki de mürekkep ve kahvenin hemen yanımızda, hayallerimizin ise uzakta olmasında bir hikmet vardır.

Kimisi de sadece kahvenin kokusunu, mürekkebin şişesini sever, kabuklar, 2 boyutlu nesneler biriktirir.

Kimi de gider bir defter alır, mürekkebi döker.

Artık ne çıkarsa bahtımıza.

25 Ocak 2018

Mürekkep


Kelimelere bakıp alfabe ile sohbet etmek.
Gri.
Ağaçlar.
Orman.
Kağıdı çok seven bir mürekkep varmış.

Yazı yazmayı unutanlar çokmuş.
Kanatları yanık bir harf düşmüş denize.
Defterler kalbimizde bekliyormuş.
Sözleri olmayan bir şarkı çok uzaktaymış.

24 Ocak 2018

Ursula K. Le Guin

1929-2018

"Göremediklerimize baktığımız zaman gördüklerimiz, kafamızın içindekilerdir. Düşüncelerimiz ve düşlerimiz, iyi olanlar ve kötü olanlar. Ve bana öyle geliyor ki, bilimkurgu gerçekten işini yaptığında ilgilendiği şey tam da budur."

Ursula K. Le Guin vefat etmiş. 

Günümüzden 30 yıl önce bilimkurgu kitapları okumaya başlamıştım, çok büyük isimler, hayranlık uyandırıcı yazarlar vardı bu alanda fakat şöyle düşünüyorum her yazarın aşağı yukarı bir benzeri vardı ama Ursula K. Le Guin gibisi yoktu.


Ursula K. Le Guin bir düşünce yazarıdır ve belki de bilimkurgu edebiyatının en düşünceli yazarıdır.

Onu sadece bilimkurgu ve fantastik edebiyata indirgemek yanlış, türleri aşan bir duyarlılıkla yazdı, yazıyordu.

Ursula K. Le Guin kitaplarındaki fikirleriyle okurlarına yol gösterir, bilinç aşılar.

Onun kadar geleceğe bakıp da acı üzerine, insanlığın içinde beslediği kötülükle daha nereye varacağı üzerine derinlikli düşünen ve çağları aşma gücüne sahip başka bir bilimkurgu yazarı bilmiyorum, okumadım.

İyi bilimkurgu insandan yola çıkar ve insana varır, Ursula K. Le Guin'in yazdıkları vicdan sahibi insanı kucaklayıp başka dünyalara taşır.  Ursula K. Le Guin, insan üzerine öngörülerde bulunur (Mülksüzler) ama makineler üzerine de çok şey söyler (Dünyaya Orman Denir, Rocannon'un Dünyası).


Peki ama Ursula Hanım aslında kimdir?



Hayalperest Ursula Hanım, en güzel annemiz, kültür hazinemiz, akıl hocamız, sevgili kadınımız, ilham kaynağımızdır.
Ursula Hanım otorite karşıtıdır; zalim kralların, kraldan çok kralcı bürokratların can düşmanıdır. 

Ursula Hanım günlük hayatımızın her köşesinde (yolumuzda, işimizde, okulumuzda) karşımıza çıkan bilim, sanat, felsefe, etik, tabiat, emek ve insanlık karşıtlarına karşı mücadele ve direnme gücü veren bir kelime büyücüsüdür, rol modelimizdir.

Ursula Hanım, insanlara edebiyatın ne işe yaradığını gösterdi, kadınları, rüyaları ve ejderhaları anlattı. 

Ursula K. LeGuin Hanım, harflerin sakin ve iyileştirici gücünü kullandı, bu muazzam gücün de vicdanları besleyen şifalı bir su gibi olması/dökülmesi gerektiğini anlattı, korkunç bir cehaletin artış gösterdiği zor zamanlarda yaşadığımızı gösterdi.

Toprağı bol olsun. 

20 Ocak 2018

Kazanmak



Şaşırtıcı ama gerçek, Lamy gibi bir marka küçümsenebiliyor. Diyorlar ki, Lamy 2000'lerin başında sağda solda üç kuruşa satılırken kimse yüzüne bakmıyormuş, ama distribütör değişince on, on beş kat daha pahalıya satılmaya başlayınca ikon haline gelmiş, dandik plastikten bir kalem markasıymış. 

Evvela şunu söylemek gerekir: Eskiden uygun fiyata satılan kalemlerin ve mürekkeplerin şimdi pahalı olmasının en önemli nedenlerinden biri paramızın değerinin giderek düşmesidir.

Öteden beri söylenir, Lamy, Avrupa 9.90 avroya satılan ucuz bir kalemmiş, Pelikan varken Lamy'nin adı bile anılmazmış falan filan.

Ancak, Lamy sadece Avrupa ülkelerinde değil; Çin ve Japonya gibi Uzakdoğu ülkelerinde de Amerika'da da çok popüler ve kıskanılan bir marka. Instagram, Facebook, Tumblr, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerine, her gün bir yenisi açılan bloglara bakınca evet bir etken ama sadece ucuzluğun/pahalılığın bir kıstas olamayacağını anlamak gerekmez mi? Dahiyane tasarımın, etkileyici renklerin bir önemi yok mu?

Benim başka bir gözlemim var; bugün sadece Lamy değil, pek çok marka değer görüyor, popülerleşiyor. (Şaşırmadınız ama çok değil 7 yıl önce bile böyle değildi.)

Mesela 2000'lerin başında değil 2010'ların başında bile ülkemizdeki kırtasiyelerde Sailor marka dolmakalemi de Sailor marka mürekkebi de bulmak olanaksızdı. (Şimdi başka kalem tanımayan Sailor fanatikleri bile var.)

Mesela gencecik insanlar arasında bir Montblanc düşkünlüğü görülüyor. Bu kişilerle konuşuyorum, yazılanları okuyorum ve ailelerinden gelen bir bağ göremiyorum. Öyleyse bu ilgi nereden geliyor?

Çünkü dolmakaleme, mürekkebe, deftere ilgi artıyor. (Defter konusunda emin değilim, kalem fetişizmi nedeniyle o konuda maalesef çok gerideyiz.)

Hemen olmadı elbette, kırtasiyelerin neredeyse hepsi daha dolmakalem ucu değişimi yapmazken olaylar şu yazıyla başladı ve çığ gibi büyüdü.

O yıllarda mesela dolmakalem ile ilgili Türkçe içerik araması yaptığınızda karşınıza sadece (2005 doğumlu) Fountain Pen Network çıkıyordu.

Sözünü ettiğim yazıdan habersiz ikinci bir blog da yazılara başlamıştı. 2 yıl sonra insanlar gruplar halinde örgütlenmeye ve kırtasiyelerden taleplerde bulunmaya başladı.

Bu yazıdan 3 yıl sonra memleketimizde sponsor desteği olmadan büyük bir cesaretle türünün tek örneği olan yazı kültürü dergisi, Mürekkepbalığı ortaya çıktı. Ülkemizdeki ilk dolmakalem ve ilk mürekkep incelemesi bu dergide yayımlandı. TV kanalları, gazeteler konuyla ilgili yayınlara başlayınca kırtasiyeciler de blogları takip etmeye başladı. Yeni bloglar açıldıkça ilgi duyanlar çoğaldı.

Yani aslında şirketlere rağmen meraklı insanlar her şeyi, hatta şirketleri zorlamış oldu. Meraklılar halen zorluyor ama şirketler/distribütörler yanlış bir yolda gidiyor bence. Kültür olmadan, sevgi olmadan, bilgi olmadan en önemlisi hikmet olmadan, sadece para kazanma amacıyla yola çıkan her girişim hüsrana uğrayacaktır diye düşünüyorum.

Daha önce yazmıştım, Hermann Hesse'in başyapıtı olarak görülen kitapta, Siddhartha şöyle der: "Bilgi anlatılabilir ama hikmet nakledilemez. İnsan onu bulabilir, onu yaşayabilir, onunla güçlenebilir, onunla harika şeyler yapabilir ama onu anlatması ve öğretmesi mümkün değildir."

Sonuçta talep var, arz olmaz mı? İnsanlar merak ettikçe ekonomik bir karşılığı da oldu. Memlekete getirilmeyen kalemler, bilmediğimiz renklerde mürekkepler gelmeye başladı. (Böylece yurtdışına giden eşe dosta yalvarmaktan bir nebze kurtulduk.)

İnanmayacak olanlar vardır elbette ama Lamy iyidir derim. Çünkü Lamy kalemlerinin fiyatları yine de anlaşılabilir, öyle markalar var ki ateş pahası, yanına bile yaklaşmak zor. O dandik denilen plastik dolmakalemlere âşık insanlar var.

Sözün özü: Lamy ilham vericidir, yararlıdır. Asla küçümsenecek bir marka değildir.


Lamy dolmakalemle yazı yazarken dinleyecek müzik arayanlara gelsin: "Severim ben seni"

11 Ocak 2018

Kaybetmek


Ekşi Sözlük'te, "kırkının da kulpu kırık küp" adında şahane bir yazar var. Kendisinin birbiriyle bağlantılı iki yazısını paylaşmak istiyorum. (Mesaj yollanamadığı için izin alamadım.) Okunmasında büyük fayda olduğunu düşündüğüm bu yazıların internet okyanusunda kaybolmasını istemediğim için bloga aktarmak istedim.

Her iki yazıda da ince göndermelere, rintmeşrep tavrına ve Türkçenin güzel kullanımına dikkatinizi çekmek isterim.

Birinci yazı 2011 tarihli Rotring başlığına yazılmış:

(On altı seneden sonra eşyaya methiye beyanındadır.) Ömrümün yarısının şahidi siyah, kurşun kalem. Kardeşimin hediyesi olması dışında alelâdeydi tanışıklığımız, bu kadar uzun bir ahbaplık yapacağımızı kestirmemiştim. liseyi onunla bitirdim. öss ve öys'ye onunla girdim. 7 yıllık lisans hayatım, 4 senelik yüksek lisans yılları onunla noktalandı. gittiğim kurslar, okuduğum kitaplar, altı çizili satırlar, ilk kalem tecrübelerimde onun izi vardı. Birkaç kez kayboldu, sonra buldum. Yıllanan her nesne gibi zamanla kimseye ödünç vermez oldum, hatta kaybederim endişesiyle sadece evde kullanmaya başladım. kırmızı şeridi silineli çok oldu, ucundaki metal kısmın rengi bakırlaştı, çokça tutukluk yapıyor.**. Her şey yerli yerinde diyor Tanpınar, öylece bıraktığı gibi bulabilmenin huzuruyla. Kalem belki her şeyden çok bu hülasanın içinde.
*Sonradan gelen akıl: (bkz: ince Rotring)*


İkinci yazı ise çok yeni ve kaybetmek başlığına konmuş:

Her şeyin bolca bulunmadığı bir devrin çocuğu olarak kaybetmek lükstü bizim için. Kardeşlerimle okul hayatımız boyunca kaybettiğimiz kalem, silgi, kalemtıraş gibi nesnelerin sayısının toplamı, bir elin parmaklarını anca bulurdu bu yüzden. kaybetmek, ya dikkatsizlik ya hovardalık yahut malına sahip çıkmamakla eşdeğerdi ailelerin gözünde. Sade kaybetmek değil, bir çanta, giysi veya ayakkabı ancak kullanılamayacak hâle gelirse, yenisiyle değiştirilirdi. Tabii bunun görece ne kadar kısa sürede o hâle geldiği de bir akşam paparasının konusu olabilirdi.
Ekmeğin, tüpün karneye bağlandığı zamanları bilen ebeveynlerde (sadece yoksullar değil orta hallilerin büyük kısmında) bu tutumluluk bir itiyat hâlini almıştı, onlardan da çocuklarına geçti. Nesneye hoyrat davranmama alışkanlığını edindiren bu tutumu pek de suçlayamıyorum bugünden baktığımda. Nesneye böyle davranmayı öğrenen, canlıya da benzer bir ihtimamla yaklaşmayı öğrenebilir düşüncesindeyim.
Öte yandan bu durumun bir tehlikesi de vardır: Zamanla sahip olunan eşyaya (şeylere) yani gelip-geçici olana bağlanmak. Bir sufi bir yerde üç günden fazla durmazmış, o yere bağlanır diye. Onun gibi. "Bu şeyin hiç kullanmasam da burada durmasına alışkınım, o halde burada durmalı". Kullanım değeri olmasa da nesneleri biriktirmek, bu nesnelere adeta çeşitli dönemlerin hafızasını yüklemektir aslında.
Geçen gün 9 yaşındaki yeğenim geldi, silgisini kaybetmiş. 5 tane varmış ve hepsini teker teker kaybettiği için onda hiç kalmamış, dersini yapacakmış, benimkini alabilir miymiş. Bendeki silgiyi ne zaman aldığımı hatırlamıyorum, ama yüksek lisanstayken kullandığımı biliyorum, demek ki en az on iki yıllık. Verirsem kaybedeceğini adım gibi biliyorum. Eski bir nesne olduğunu ve kaybetmemesini tembih ederek silgiyi verdim. "Bir silgi için amma tatava yaptın" diyen arkadaşlara tam bu noktada selam ediyorum, mevzu bu değil sevgili arkadaşlar. Yeğenim aradan geçen iki gün içinde tam da beklediğim gibi, silgiyi kaybetmiş ve özür dilemeye geldi. "Canın sağolsun, senden kıymetli değil canım" dedim. Bunu içim son derece rahat dediğim için mutlu oldum. Mevzu bu olabilir.