26 Aralık 2014

Bir haber ve bir söyleşi üzerine


Geçtiğimiz pazar (21.12.2014) Sabah gazetesinin ekinde "Kalemim olmadan asla!" başlıklı bir yazı yayımlandı.



Yazının girişindeki fikirlere, özellikle "Kalemin dijital çağa yenik düşmesi" önyargısına itirazımı sonraki yazıya bırakıyorum. Bu sayfanın sonundaki kısma gelince bana ayrılan bölümü gördüm. Birkaç cümle ile sayfaya konuk olmuşum. Öncelikle Salih Zengin'e teşekkür ederim. Yazı bence yeterli değil ama güzel bir derleme olmuş. Ancak iki sayfaya yayılacak bir yazı tek bir sayfaya düşünce pek çok şey atılmak zorunda kalınmış. En azından benim cümlelerim sorunlu olduğu için böyle düşünüyorum:
"Dolmakalem meraklılarının buluştuğu sitelerden birisi olan erguvankalem.blogspot.com.tr yöneticisi Mehmet Çelik "Bir blog açarak yazı kültürüne olan ilgimi başka insanlarla paylaşmak istedim. Çünkü cebimde dolmakalem görenlerin bazı soruları oluyordu, bu konuda bilgi eksikliği çoktu. Bir blog açarak kendi çapımda bir tanıtım yapayım demiştim, sonra örnek alındı ve çok site açıldı" diyen Çelik, sitesinin ziyaret trafiğinin oldukça iyi olduğunu kaydediyor."
Bu cümlelere bakılınca çok kibirli görünüyorum. Daha da vahim olanı söylemediğim  cümlelerin söylediklerimi özetlemek adına ben söylemişim gibi yayımlanması olmuş. "Blogumun örnek alındığını" söylemedim, blogumun "ziyaret trafiğinin oldukça iyi olduğunu" da söylemedim.

Oysa Salih Bey bana üç soru sormuştu, ben de uzun uzun cevap vermiştim. Bu nedenle söyleşinin tamamını aşağıda okuyunca yukarıda yer darlığından küçülen ve özetlenince farklı anlaşılabilecek ve ayrıca bana ait olmayan cümlelerin gerçekte oldukları halini görüp ona göre sağlıklı bir fikir edinebilirsiniz:


S.Z. >> Dolmakalemlerin sizin için anlamı ne ve neden bu blogu açtınız?

M.Ç. >> Lise yıllarında kullanılmış bir Sckriss 17 almıştım. Bu kalemin tasarımının güzelliğine, çizgilerinin pürüzsüzlüğüne ve gizli ucunun yumuşak yazımına hayran olmuştum. Daha önceki basit kalemlerime hiç benzemiyordu. Kartuşlu değildi pistonlu bir dolum sistemi vardı. Kâğıda bastırmak zorunda değildim, kesintisiz yazabiliyordum. Biraz meraklııyımdır, araştırmaya başladım, 1980'lerin sonunda ülkemizde doğru dürüst dolmakalem ve mürekkep yoktu. Üniversitede arşivcilik okuduğum sıradaysa derslerimizden biri kâğıt ve kitap sanatlarıyla ilgiliydi. Fatih döneminden kalma bir kitaptaki mürekkebin aradan 500 yıl geçmiş olmasına rağmen halen canlı olduğunu görmek yeniden yazı kültürüne olan sevgimi ve hayranlığımı artırdı, kâğıt üzerindeki yazı yüzyılları aşıyordu! 

Dolmakalem benim için tarih demek, sanat demek, gençliğim demektir. 25 yıl önce kullandığım dolmakalemi halen kullanıyorum, iyi bir dolmakalem zamana meydan okuyabiliyor, tükenmiyor. Dolmakalem incelikli bir zevktir, bilgi ve görgü gerektirir. Bir blog açarak yazı kültürüne olan ilgimi başka insanlarla paylaşmak istedim. Çünkü cebimde dolmakalem görenlerin bazı soruları oluyordu, bu konuda bilgi eksikliği çoktu. Üstelik dolmakalem uçlarınının değişebildiğinden bile habersiz çok sayıda kırtasiyeci vardı. Bir blog açarak kendi çapımda bir tanıtım yapayım demiştim. Çok bildiğimden değil, bir yandan öğrenmek için blogta yazmaya başladım.

S.Z. >> Bu tarz bloglar çok mu ve dolmakaleme ilgi nasıl?

M.Ç. >> Erguvan Kalem isimli blogumu açtığım sırada sadece Ali İkizkaya'nın "Yazmak Keyiftir" isimli blogu vardı. Ali Bey, teknik açıdan üst düzey bilgiye sahiptir. Halen bu konularda ondan daha bilgili bir yazı adamı göremedim. Ben ise daha çok dolmakalemin kültür tarihi ve duygusal yanıyla ilgileniyordum. Biz yazmaya başladıkça, ilgi çoğaldı, kırtasiyeciler de bir şeyler öğrenmeye başladı, meraklılar da öğrendi. Bazı arkadaşlarımız sadece öğrenmekle kalmadılar kendi kişisel düşüncelerini paylaşmak için blog açmaya başladılar. 
Bilgi ve görgü de arttı haliyle. Bunun sonucunda bilinçli müşterilerden gelen talep doğrultusunda 4 yıl önce ülkemizde bulunmayan marka dolmakalem ve mürekkepler getirtilmeye başlandı. Yine ilk defa yazı kültürüne yönelik, Mürekkepbalığı isimli bir dergi çıktı. Ülkemizde ilk defa Mürekkepbalığı dergisinde sayfalar süren dolmakalem ve mürekkep incelemesi yayımlanıyor ve koleksiyoncularla konuşuluyor.


S.Z. >> Sitenizin nasıl bir ziyaretçi trafiği var?

M.Ç. >> Yıllar içinde çoğalsa da Erguvan Kalem'in hiçbir zaman çok ziyaretçisi olmadı. Benim de takip ettiğim çok daha popüler kalem blogları var. Fakat sanıyorum en çok e-posta alan blog Erguvan Kalem'dir. Her yazıdan sonra, e-posta adresime mektuplar geliyor. Kimi uzun, kimi kısa olan bu mektupların bir kısmı benim yazdığım blog yazısından çok daha güzel oluyor.
Yeni bir kalem ve mürekkep almak isteyenler diğer bloglara gidiyor, ben de zaten bu tür soruları genellikle diğer bloglara yönlendiriyorum, bu tür sorulara ayıracak vaktim yok maalesef. Fakat yazı kültürüyle, yazarlarla, şairlerle, yazarken geçen zamanla ilgili, tarihle ve yazı yazmanın duygusal yönleriyle ilgili e-postaların her birini cevaplamaktan mutluluk duyuyorum.



07 Kasım 2014

Dolmakalem Günü

Kadir kıymet bilir bir dostumun kalemi. Silme bezi de bana ait.

Bugün dolmakalem günü.

Dolmakalem bize çok yaşlı gelse de insanlık tarihindeki yazı araçları arasında en genç olanlarından biri. Halen geliştirilmeye devam edilen bir icat ve her sene yeni patentler alınıyor. Ölmeye yüz tutan bir kültürün son temsilcilerinden biri acaba neden son yıllarda kendine bir yer buldu? Bunun pek çok nedeni olabilir elbette, benim aklıma gelen neden çağımızın pek çok aracının bize mutsuzluk vermesi.  Dolmakalem bir kurtarıcı gibi yerleştiği hayatımızda kendine bir yer ediniyor ve onunla ilgilenmek, onunla ilgili konuşmak bize iyi geliyor.

Ben de bu kişilerden biriyim, dolmakalemi temizlerken dertlerimi unutuyorum.

06 Kasım 2014

Mektubun icadı




Mektup, yazıdan sonra insanlığın en büyük icatlarından biri. Ancak tarih boyunca, bütün icatlar gibi çoğunlukla kötülerin elinde kaldı ve genellikle kötüye kullanıldı. Örneğin güç sahibi olmak isteyen din ve siyaset canavarları mektuplar aracılığı ile iktidarlarını pekiştirmek istedi, patronlar ve soylular ise daha çok para elde etmek için emirler verdi, böylelikle müzelerde sergilenen anlamsız kanıtlar hazırlandı veya kötülük mektupları daha küçük canavarlar yarattı.

Saf mektupların --insanın tek gerçek zenginliği olan arzularını ve düşüncelerini yazmış olduğu mektupların-- sayısı çok azdır. Neyse ki saf mektup, başka mektup türleriyle yarışmak zorunda değil artık ve daha kolay yollarla yazabildiğimiz için (kısa mesaj ve e-posta) ihtiyaç duymadığımız bir şey haline geldi. Mektuptan daha kolay bir yöntemin olmadığı zamanlarda mektup yazmanın pek de özel bir anlamı yoktu. Tıpkı piramitleri yaptıran firavunların ve mimarların daha başka bir biçime ihtiyaç duymaması gibi, harika bir fikir vardı zaten ve o geliştirilmeliydi. Bugün de çok sevdiğimiz bilgisayarla veya telefonla bir elektronik metin göndermenin büyütülecek bir tarafı yoktur, çorap gibi sıradan, gündelik bir şey bu, yeni tarzımız böyle artık ve biz insanlar böyle hep yeni şeyleri seviyoruz. Her sene daha hızlı ve daha ince olan makineler üretilecek ve böylece biz de gerçek anlamda mektup yazma kültüründen uzaklaşacağız. Her sene daha hızlı olmalıyız, her sene yeni şeyler elde etmeliyiz. Her sene yeni kurbanlar vermeliyiz. Her sene gülümsemeliyiz, ilaçlar almalıyız. Her şey mutluluğumuz için her şey bizim iyiliğimiz için.

Mektup bütün bu tuhaflıkların karşısında felsefi bir düşünce ve biçimdir. İçinde bulunduğumuz dünya normal ise mektup değildir. İnsan doğasına aykırı bir icattır mektup. Çünkü insan tabiatı gereği beklemeyi sevmez, tuhaf geleneklere ve olmayan şeylere inanmayı çok sever. Saf mektup, bütün bunların karşısında özel bir anıttır, saydamdır, kırılgandır. Saf mektup Nietzsche gibidir, düşünür düşünür düşünür. Yaşayan kimse hakiki bir mektup yazamaz, saf mektup onu yazacak kişiyi bulur ve kendini yazdırır.

En güzel mektuplar belki de gönderilmemiş olanlardır. Göz, günlük hayatımızın gözü, çok kirli, çok hırslı, çok zalim. Hem zaten mektup okumaya ve yazmaya vakit yok. Cep telefonu uygulamaları, televizyon, arabalar, turizm, müzik, sinema, din, siyaset ve diğer "iyiliğimiz için olan her şey" bizim o güzel vakitlerimizi alıp nereye götürüyor?

Ulaştırma ağı, tablet bilgisayarlar, toplu konutlar, dizüstü bilgisayarları, restaurant'lar, barlar ve cep telefonları geliştikçe, yenilendikçe ve insanlar kendilerinden uzaklaşıp bunlarla oyalandıkça, bir azınlığın ortak sevinci olan mektubun ve kalemin hakiki çağı devam edecek.

30 Ağustos 2014

Bir Yazı Özlemek

Lamy 2000, eski ile yeni bir arada.


Özlemek bir yazıdır.

Kâğıda düşen her mürekkep damlası yekpare geniş bir zamana yayılır. Mürekkep gibi akışkan suda dağılır özlemek.


Bizi biz yapan geniş vakitlerdir, dar vakitlere sığmaz düşünenler, yazanlar, saatlerine bakanlar, kitap okuyanlar. Kalıplara sığmaz şiire inananlar, dünyanın delirmesine üzülenler. 


Her damla kağıda düştüğünde yayılan dalgalar bizim küçümen iklimimizde rüzgârlar estirir. Özlemek çiçek gibi açar da eğer yazılmaz ise karanlık bir kuyuya dönüşür. Kışa benzeyen özlemler korkutucudur, kimse yaşamasın. Kar, soğuk, buz biriktirir, ellerimiz donar, yazamayız. Yaz gibi olsun bütün özlemler, ısıtsın, mutlu bitsin, güneşli olsun, bir sahil kenarında kitap okumak gibi olsun. Özlemek bir yaz olsun.


Yazının dertlerinden biri kalbin kapılarını aralamak, içeride ne var diye bakmak. O yüzden aklımıza hiç gelmeyen şeylerin bir yüzeyde belirgin olması şaşırtıcı gelebilir bazen. Özlemediğini düşünsen de özlüyorsundur belki.  Öyleyse yaz, öyleyse oku. Belki özlediğin bir romanda, bir öyküde, bir şiirde karşına çıkacak. Belki de bir fotoğraf olacak, bir resim, bir heykel olacak. Özlemek bir sanattır. İnsanlık müzesinin en hüzünlü bölümüdür.


Yazı, özlemektir. Nereye varmak istiyorsan orasını düşünmektir. Bir gün, bir saat, bir hafta, saatin ibreleri bizim gözlerimizle takip ettiğimiz kıyıya çarpıp duran dalgalara benzer. 


Ne vakit olursa olsun, içimizdeki, kolumuzdaki saatin yalnızlığında, kadranında harfler ve sayılar vardır, farkında olmasak da özlemenin yazısı büyür içimizde. 


Bir yazıdır özlemek.

30 Temmuz 2014

Kimi saatler bizi başka vakitlere

Nisan 2009, Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi.


Kimi saatler bizi başka vakitlere götürür. 

Alıştığımız saatler zamanı gösterirken bazı saatlerin kadranı yoktur, çıplaktır. Bir saate, saatlere alışmak, ölümsüz olduğumuzu zannetmeye yol açar. Çoğu saat zaten bize hiç aldırmadan çalışır. Çok az saatin bize ayıracak vakti vardır. Ömrümüz, "kendi saatimizi" aramakla geçer. Oysa, o saati bulduğumuz zaman çok yaşamayacağız. Öyle bir şey ki aramayınca da bulunmuyor. Aramayınca, yaşanmıyor. Saate bakmayınca kusursuz olduğumuzu düşünebiliyoruz. Yaşamayınca, bulunmuyor.

Kimi saatler bizi başka insanlara götürür. 

Bildiğimiz, tanıdığımız insanlar bize nasıl olduğumuzu sorarken, dünyaya bir uçurumun kıyısından bakan insanlar, bizim nasıl olduğumuzu bilir. Onların yanında biz çıplağız, saklanamayız. Onların saatlerine, onların uçurumlarına bakınca, kendimizi bulur muyuz? 

Kimi bakışlar bizi başka saatlere götürür.




26 Haziran 2014

Sahiden hiç içini dökmez Enis Batur

Kâğıthane'den aldığım defter.



Kadim bir arkadaşım bu sabah dedi ki: İlhan Berk'in Enis Batur'a mektuplarında şöyle bir cümle var: "Sen içini dökmezsin, asker çocuğusun," diyor. Sahiden yazılarında hiç içini dökmez Enis Batur. 

Ben de, “Babam askerden de beter. Bu yüzden kendimi anlatmakta hep zorlandım. ‘Ben’ demek için çok uzun zaman geçmesi gerekti. Enis Batur'u belki de bu yüzden ‘yakın’ buluyorum.” dedim ona. Bunun üzerine Enis Batur Zirvesi’nde tanıştığımızı hatırlattı canım dostum. Seneler seneler evveldi... Hatırladım.

Dökmeyi bilmek önemli. Mürekkebi düşünelim. Dökülmeyince, kimse bilmez, kimse tanımaz, kimse anlamaz. Dökülünce ya leke olur ya cümle. İkisi de güzel.

Öyleyse mektup yazmalı.

25 Haziran 2014

Efzûn



Ahmet Orhan Veli 14 Nisan 1914’te (1 Nisan 1330 - 18 Cemâziyelevvel 1332) Beykoz Yalıköy’de İshak Ağa Yokuşu’ndaki 9 numaralı konakta doğmuş ve ebced hesabıyla şiirli bir tarih düşürülmüş: 

Bir Veli pâk nihâde lutfedüb Rabb-ı Celîl;
Verdi bir mahdûm-ı mergûb kim misâl-i âftâb;
Nûr-ı Ahmed pertevinden halk olan Orhanın hak;
Ömrün efzûn eylesün, hem kendisin âlicenâb.

24 Haziran 2014

Elim, elin.

Doğrusu, bir leke olmalı
insan da, hayatın içinde
ve kendini birden bırakmalı. 
Zaman her şeyi öğütüyor,
ertelediğimiz dünya ölüyor. 
Geride bir mektup bir zarf.
Ne leke kalıyor ne de el.

Bir yığın dert var başımda, nasıl çözeceğimi de bilemiyorum. Çok düşünmek hayatı yaşanmaz kılar deyip biraz önce böğürtlen çayı yaptım kendime. Üstünüze afiyet filtre kahveciyimdir. Yine de hafiflemek için bitki çaylarına dadandığım oluyor böyle.

Sonra ellerime baktım.Tıpkı daha önce çektiğim bir fotoğraftaki gibi aynı hatayı tekrarlayıp durduğumu anladım.

Dolmakalemin ucuna dokunmuşum belli ki. Leke olmuş bir parmakta.

Çok eskiden mürekkep döküldüğü vakit aman şunu hemen temizleyeyim derdim. Şimdi artık öyle bir derdim yok. Lekelerle barıştım. Bırakıyorum, kuruyor. Mürekkep lekeleri bir nevi dövme gibi bir süre elimde geziniyor. Dövme yaptırmak istiyorum uzun zamandır. Dövmeciler bilmem aşağıdaki harfi istediğim gibi yapabilirler mi? Bu sıralar beğendiğim ve istediğim figür bu. Karar verinceye kadar, elimdeki lekelerle idare edeceğim. Ne olacağına karar verene kadar herhalde yıllar geçer! Öylesine kararsız ve tembelim. Bir şeyleri hemen isteyip de onu hemencecik yapabilenlere de hayranım. Bende hiç öyle olmuyor. Hep bir tevekkül, hep bir enine boyuna düşünme hali. Hiç iyi değil böyle yaşamak, biliyorum. Fazla düşününce felaketler de olanaklar da kaçıveriyor.



Rona Conti, "Obi", sumi ink on Japanese washi paper with name seal, 魂, soul or spirit, "kon" or "tamashii", 手, "te" or hand, 露, "ro", dew, tears, the country Russia, birthplace of my maternal ancestors, specifically Lithuania, 奈, Nara, ancient capital of Japan, my spiritual roots. [http://www.ronaconti.com/]

23 Haziran 2014

Kalem, Kâğıt, Mürekkep



Her kalem bir ruha karşılıktır, her mürekkep bir vaktin görüntüsü.

Mürekkep kendi rengine bakmaz oysa, ona bakanlar kendilerini görürler. Mürekkep kendi inancını yaşar ve kimseyi güzelliğine inandırmak zorunda değildir. Kâğıt anlasın yeter.

Kâğıt ise içbükey bir zemindir.

Peki ama kâğıt ne anlar benden, senden? Ne anlar kırık bir kalbin öfkesinden, acısından ne anlar? Hiç anlamaz olur mu? Kâğıt, ilgilenmiyormuş gibi görünüp aslında içten içe dertlenen bir varlıktır. Ağlamıyormuş gibi görünüp, gözlerini kapatan, yalnızlığını içine döken birisidir. Sevilmediğini düşünüp, ölmeye yatan bir kahramandır kâğıt. Erikli tavuk yazın üstüne, gülümser. Dilinin ucuna gelen bir kelime yoktur.

Merdivensiz bırakıldığımız kör bir kuyudur kâğıt. Rengine aldanmayalım. Beyazın bir yerde insanı görmez ettiğini bilmemiz gerekir. Ancak karanlıkta açabiliriz gözlerimizi. Ruhumuzun kalemi uykuya doymaz, dünya üzerinde nasıl bir iz bıraktığını anlamaz bile bazen. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'da bu durumu anlatmıştı.

Kağıt ile toprak arasında bir benzerlik var. Toprak kendi başına olmaktan mutlu, biraz su olsa hiç fena olmaz, yine de susuz da şekil değiştirip yine aynı yerde durabilir. Toprak kimseye ihtiyaç duymaz ama ağaçlar öyle değil. Onlar hem toprağa hem suya muhtaç. İnsan da ağaca benzer bir halde yaşıyor. Kâğıt beklemeyi biliyor, umurunda bile değil denebilir mi? Denemez.

Tabiat kâğıttır. Her yağmur, her fırtına bir iz bırakır üzerinde. Zaman, yalnızlık ve yalnızlığın her ilacı bir iz bırakır. Dokunuş bir ilaçtır. Kâğıt, özlem doludur, ağlamaz, kendini yerden yere vurmaz, ne kadar yalnız olduğunu hiç söylemez, suskundur, konuşmanın anlamsızlığını anlamış susmuştur. Kalem anlasın ister belki, mürekkep kendisini bilsin ister.

Mürekkep insanı bekler, onun kendine has bir şiiri vardır. Kâğıda sarılmak isteyen şiirdir mürekkep.

Güzel bir iz bırakmadan geçmek olmaz. İzler hiç silinmese de, her defasında bu izleri okumak bazen mutluluk bazen acı verse de, yine de izler önemlidir, "bir bakış bile yeterken" kimi izler yakıcıdır.

Bizler kalem gibiyiz, dünya defter gibi.

Her kalem bir gün kırılır. 

Mürekkep uçar, mürekkep dökülür.

Yazının da sonu var, o da unutulur. 

Kâğıt uzaklara dalıp gider, bir yangına kadar.

Mürekkep bizim arzularımız, kalem aynamız.

Boş defter olmaz olsun.


27 Mayıs 2014

Kurşunkalem olmak istiyorum



Dolmakalemi ve mürekkebi sevmiyorum bazen. Unutmak ve affetmek istiyorum. Kağıdın liflerine yapışıp olduğu yerden hiç ayrılmayan mürekkep yerine bir silgi ile hataları silmek istiyorum. Kibirden yanına yaklaşılmayan dolmakalem yerine yarım akıllı bir kurşunkalem olmak istiyorum. Ağır ve ciddi olmak, her zaman "Başkaları ne der?" diye düşünmek yerine kim ne derse desin, ben saçmalamayı da bir tercih olarak her zaman aklında tutan kurşunkalem olmak istiyorum. "Ben, hatalarımla çok gurur duyuyorum" diyen bir dolmakalem olmak istemezdim. Yaptığım hatayı silip yerine doğrusunu, olması gerekeni yazmak isterdim. Beni ben yapan hatalarımdır fakat onların esiri olmak istemiyorum.

Bazen öyle anlar oluyor ki, insan geriye, ilk hatanın olduğu yere gidip kaderi başka türlü olmaya ikna etmek istiyor. Uzatılan elin havada kalması ne korkunçtur! Kurşunkalem olmak istiyorum, yanlışlarımla değil düzelttiğim hayatımla, hatalarımdan arınmış bir halde haksızlık yapana değil, temiz bir kağıda, hak edene elimi uzatmak isterdim. Varsın kâğıt yıpransın biraz.

Kimi insanın hamuru sağlamdır, kaliteli, aharlı kâğıda benzer. Geçmişin mürekkebini silip atabilir. Arkada bir gölge vardır elbette. Vardır ama görünmez, yaşayan bilir sadece, herkesin bilmesi gerekmez ama ben hatalarımla birlikte yaşamak istemiyorum. Daha doğrusu hatalarımın yaşamasını istemiyorum. Dolmakalem yaptığı hatayı savunur, kibrinin onu delirttiğini görmez. Kurşunkalem olayım istiyorum;  nerede bir haksızlık varsa onu silmek, ihtiyacımız olan sevgiyi, saygıyı ve anlayışı oraya bırakmak istiyorum.

Şeker Portakalı'ndaki Portuga'nın yaptığı gibi hayalleriyle başka bir dünya yaratan Zeze gibi insanları teşvik etmek istiyorum. Umutsuzluğa kapılan, yılgınlığın esiri olan insanlara bir kurşunkalem ve silgi uzatmak istiyorum. Kederle hayata bakmak yerine mutlu olacağını bildiğim başka bir zamana gülümsemek istiyorum.

Dünyayı yaşanılır kılan umut, yıkılsa da inatla ayağa kalkan o insan işte bizim umudumuz. Ellerindeki çizgileri her vakit değişen mütevazı insanları seviyorum. Tarihini değiştirmek isteyen devrimci insanları seviyorum. İçinde zehir biriktirenleri değil, iyileşmeyi isteyenleri, bölmek isteyenleri değil, birleştirmek, kavuşturmak isteyenleri, yazmayı ve ürpermeyi dert edinenleri seviyorum.

 Kurşunkalem olmak istiyorum; kötülüğün, kavganın, gürültünün olduğu yerleri değil, heyecanın, mor sümbüllerin ve sessizliğin o tatlı havasını seviyorum.

Gururlanmayı, büyüklenmeyi sevmiyorum. Küçük şeyleri seviyorum.

Uyanıp lekelerle dolu bir dünya görmek yerine rüyanın o sıcak elleriyle yüzümü kapatıp başka uykulara gitmek istiyorum.

Kurşunkalem olmak istiyorum bazen.


15 Mayıs 2014

Topraktan çıkan virgüller




Bazen toprak altından tarihi eserler çıkartılıyor. Binlerce sene evvel insanların nasıl yaşadığını bu sayede öğreniyoruz.

Çanaklara, takılara, sandukalara, heykellere ve mezar taşlarına yani bu tuhaf eski nesnelere gereğinden fazla önem atfedildiğini düşünenler olur her zaman. Arkeoloji müzeleri bu nedenle çok ilgi görmez, hem sıkıcı görülür hem de anlamsız. Devasa büyüklükte bir arkeoloji müzesinin yanında bir saray yavrusu varsa mesela orasının her zaman daha çok ilgi göreceğini biliyoruz. İnsanımız içi boş ama renkli şeylere, şatafata, gösterişe bayılıyor. 

Oysa toprağın altından çıkanlar aslında taş değil, onlar insan.

Arkeoloji müzeleri bu nedenle sessizdir, gürültü saraya mahsustur, insanları çeken bazen iyilik değil, kötülüktür.

Toprağın altından yazıtlar çıkmıyor sadece, insanın verdiği emekler çıkıyor. İnsanın taşlara kazıdığı hayalleri, hırsları ve ihtirasları var. İnsan yapımı hangi nesneye baksam yine insanı görüyorum.Toprağın altından insan çıkartılıyor. Yanıp kül olsa da, geride kalan bir evin temeline bakıp, oradaki insanı anlayabiliyoruz.

Toprağın altından kalem çıkıyor, yazılı belgeler görünür oluyor. Bazen 2000 yıl unutulmuş bir tablet çıkıyor toprağın altından. Çıkan tablet değil, insanın arzuları, ruhu ve birikimi aslında.

Nihayet, kaleme ve dolayısıyla yazıya inanan insanı düşünüyorum. Kimi de inanır gibi görünüyor, inanmıyor esasında, inanmış gibi görünüp, suyun yüzeyine bakanları aldatıyor, bir parmak suyun altında beton var belki. İnansan çakılacaksın, kalemin ucu kırılacak, kâğıt yırtılacak, mürekkep heba olacak.

Yazıya ve kaleme inanan insan, merhametli insandır diye düşünürdüm eskiden. Öyle olmadığını yıllar içinde kafama vura vura öğrettiler. Ne yazık ki harflerin, kâğıdın ve mürekkep damlalarının bir şey öğretemediği insanlar var.

Toprağın altından çıkan insanlara baktıkça, "Kim benimle alay ediyor acaba?" diye soruyorum. Toprağın altından çıkan yazılara baktıkça, eski, yeni insanları hatırlıyorum. Bazen, galiba, bizimle alay etmesine izin veriyoruz dünyanın.

Tarihin ve zamanın içinde, bir cümle bile değiliz, birazcık koşmayı bırakıp yürümeye başladığımızda. Bir kelime olsak yine iyi, bir noktalama işareti olabiliriz, bir virgül hiç fena değildir aslına bakarsanız, belki o bile değiliz, minik bir leke, bir fotoğrafın kenarı, bir basamağın kırık yeri, dikkatli olmalı.

Bir virgül olmak iyidir, nefes payı bırakmak hoşuma giderdi, bana kalsaydı.

Ey virgül, ey toprağın altından çıkan kömür, yazı merhamettir aslında.


09 Mayıs 2014

Kalemini arayan mürekkep




Yazı, bir uyum meselesidir.

Kimi zaman bazı kalemlere uygun gördüğümüz mürekkep o kalemin bünyesiyle uyum sağlamayabilir.

Arada mürekkep değiştirmek, kalemin ruh ikizi olan o mürekkebi arayıp bulmak gerek.

Mürekkebini bulan kalem bir çeşit delilik haline bürünüyor, kendinden geçip kağıda daha yumuşak davranıyor. Daha güzel bakıyor dünyaya ve daha bir hoşnut duruyor olduğu yerde.

Mürekkebini bulan kalem bir çift kanat takıp uçmaya başlar.

Mürekkebini bulan kalem yarım değil tam olduğunu bilir.

Yazı, bir sevgi meselesidir.

17 Nisan 2014

Kendine Ait Bir Harf*



Güzel el yazısının en büyük sorunu kolayca anonim olabilmesi.

Daha önce de yazmıştım, çok güzel yazıyor bazı insanlar. Özene bezene yazıyor ve hakikaten çok uğraşıyorlar yazarken. Ben de güzel yazıları seviyorum ama bir levhada veya bir kitapta olsun isterim. Bir defterde elle yazılmış Helvetica font karakterlerini görmek istemem.

Ben dahil her gören de beğenir uyumlu yazıları ama kendinize özgü bir yazı karakteriniz yoksa kişilikli bir yazının sahibi değilizdir. "Yazdıklarına baktığımda orada seni göremiyorum." dediydim bir arkadaşıma. Alınmıştı biraz. Olsun, bir kişinin yazısında onu görebilmeliyim, yoksa o yazıya bakmak bana hoş gelmiyor. Hele kitap harfleriyle yazı yazanlara ayrı bir şaşırıyorum. Evet gözümüz, uyum istiyor, harflerin aralıklarının belirli bir boşluğa sahip olmasını istiyor, bir müzik eseri gibi olsun istiyoruz yazıların. Olsun elbette. Fakat bunun için başka bir yazıyı pelerin gibi üstümüze alıp ortadan kaybolmamız gerekmiyor. Kırık dökük olalım mesela, içimizden geldiği gibi dökelim harfleri.

El yazımızın tipografi kurallarına bir bağının olması gerektiği gibi yanlış bir inanış var bence.

Canımız istediğinde bazı harfleri farklı şekillerde kullanabiliriz. Ne daktilo ne de bilgisayar klavyesi değiliz. Öncelikle yazımızı kendimizin okuması gerek, sonra başkalarının. Biz anlıyorsak güzel, başkaları da okuyabiliyorsa o da güzel. Ama çok da gerekli değil.

Daha güzel yazmak için kasılmamak gerek "düzgün yazacağız" diye kendi yazımızda kendimizi kaybetmeyelim, arada bir harf de bizden olsun. Küçümsemeyelim, bize ait bir harf az şey değildir.

Düzgün ve uyumlu bir yazıya sahip olmak isteyenleri de anlıyorum. Onlara kendilerine ait harfe sahip olmaları gerektiğini söylemek istiyorum sadece. Özel bir harf olsun elinizin altında. Mürekkep o harfi bilsin, kâğıt o harfi tanısın, kalem o harfi yürüsün.

Yazarken eğlenmeliyiz biraz, yazı sıkıntı verici bir şey değildir.

El yazısı özgürlüktür, dünyadan uzaklaşıp nefes aldığımız bağ bahçe demektir.

Bahçıvanın acımasızca saldırdığı yaban otlarıdır el yazımız.

Kargacık burgacık da olsa bizim yüzümüze benzer aslında elimizdeki harf.

Benim yüzüm buruşuk biraz. Varsın öyle olsun, biz mürekkebin tadını çıkaralım.

*Virginia Woolf'a selam olsun. 

04 Nisan 2014

Kâğıt ile insan



Visconti gibi iyi bir kalem ve Aniki gibi iyi bir mürekkep aldınız diyelim, yine de yazı ve yazım konforu için bütün bunlar yeterli olmuyor.

Kâğıt da iyi olmalı.

Yukarıdaki tarihi, arşive gelen günlük gazete tomarının üzerinde bulunan a4 kağıdına yazdım. Aslına bakarsanız perdahlı, perdahsız ikiye ayrılan kâğıtlar üzerine bir yığın şey yazmak isterdim. Üstüne insanları da perdahlı ve perdahsız diyerek ayırmak gerektiğıini da nedenleriyle açıklamak isterdim. Fakat kâğıdın üzerindeki şu kırçıllanmayı seyredip her şeyi unuttum.

31 Mart 2014

Anahtar deliğinden

Waterman's Ink-vue fountain pen in Silver Ray celluloid 

Kalem çok tuhaf bir yazı gereci: Aklın süzgecinden, kalbin rüzgârından beslenip mürekkep aracılığıyla kâğıda inen bir hâl içinde yaşıyor. Eşya canlıdır.



Daha önce kalp figürü benzeri görmüştüm bazı dolmakalemlerin ucunda, çok da hoştu. Böyle minik ayrıntılar, ince düşünceler karşımızda bu dolmakalemi üreten, tasarlayan insanların mizah duygusu olduğuna işaret ediyor. İşte bir dolmakalemin ucunda o minik anahtar deliğini görünce, Alice Harikalar Diyarında kitabından fantastik bir sahneye bakar gibi oldum. Küçük bir dokunuş büyük bir fark yaratabiliyor.



En azından insan zihninde bir farklılık oluyor. Mesela bu kalemi daha önce görmeyen ben değilim şimdi, görgüm artmış, benzer bir dolmakalem ile bir antikacıda, eski kalemler de satan bir kırtasiyede karşılaşabilir miyim diyorum artık.



Ama internet üzerinden satın almak gibi bir hevesim yok. Günün birinde karşıma çıkacak biliyorum.



O zaman gülümseyeceğim.



Bir küçük dokunuş az şey değildir.

27 Şubat 2014

Kalemin Ruhu

Mümtaz bir kalemsever dostum ile Nakaya üzerine sohbet ettik bu akşam.

Bu kaleme klips gerekli midir değil midir diye düşündük. Ben Nakaya'ların gömlek cebine yakışmayacağını söyledim, dostum ise kullanılmayan kalemden yana olmadığını anlattı.

Söz ne zaman kalemden açılsa renklere, oradan da mürekkebe geliyoruz hep.

Mürekkebe bulaşmayan kalem yaşamıyor demektir, diyerek bağladık konuyu.

Renk deyince doğu ile batı arasında bir fark var gibi geliyor bana. Mesela bir ilgisi yok ama Omas ile Nakaya'nın iki kalemi arasındaki yeşilin tonu düşündürüyor beni. Yeşil, Doğu'dur diyorum, mavi ise külliyen Batı.

Zamanla, uygarlıkların renkleri anlama tarzı değişiyor, dünyaya bakışları da.
İlkgençliğimde siyahtan başka bir renkle yazmayı sevmezdim. Çini mürekkebini keşfedince çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Çini mürekkebi dolmakalemlere uygun değildi. Ben de teknik kalem kullanmaya başlamıştım. Senelerce çini mürekkebiyle yazdım fakat zaman içinde siyahtan uzaklaştım. Dolmakaleme daha yakınım şimdi. Bu günlerde koyu mor, kahverengi, yeşil ve kırmızıya çalan mavileri seviyorum.

İnsan da kendini mürekkepten inşa ediyor, dolmakalem de.


Nakaya Midori


Omas 360



06 Şubat 2014

Mürekkepten Sonra


Kalemlerimizle yazılar yazıyoruz, imzalar atıyoruz, ama bazen sadece mürekkebi görmek için bir anlamı olmayan karalamalar yapıyoruz.

Bazen mürekkebin bittiğini anladığımızda seviniyoruz. Kendimize özgü bir törenle yeniden kalemin susuzluğunu dindirmek için onu mürekkebe kavuşturduğumuzda bir çizgi daha çiziyoruz.

Belki bu çizgiler bir yerde birikiyordur.

13 Ocak 2014

Bir damla mürekkep, bir yudum kahve

Pilot 78G, Montblanc 146, Türk kahvesi.


Mürekkep, dolmakalemde beklerken,
iflah olmaz bir uykuda gibidir,
hiç uyanmayacakmış gibi bekler.

Her kalem ise
kendini bir arada tutmaya çalışır.
Kalemi tutan elin sahibi ne yapsın?
O da uykulardan gelmiştir.
Şiirle uyumuş, şiirle uyanmıştır.
Mürekkep bekler. İçimizdeki odalarda
bize en yakın yazılarda bekler.
Dökülmeyi bekler, leke olup
elimizde ısınmayı bekler.

Yazarken kağıtla, kalemle,
mürekkeple birlikte
yalnızlığımızı da yudum yudum içebiliriz.
Çünkü yalnızlığın kendisi şiirdir.
Yazarken, eşyanın tabiatı uyanır.
Kimse bize dokunmasın isteriz yazarken,
mürekkep asude dökülsün kağıda,
yoksa kim toparlayacak harflerimizi?
Bir yudum kahve de öyle dökülsün içimize,
ılık bir yazı gibi aksın.

Ya kalbimizin odalarında ne var?
Belki bizim dışımızda bir hâl bekliyor.
Belki dalgalı bir deniz
belki gözleri görmeyen bir kütüphaneci var içimizde.
Belki de çalıntı bir tablodan geriye kalan duvardaki izi.
Bakıp duralım isteriz sabahları duvardaki boşluğa.

Ey gözleri dumanlı kütüphaneci!
Binlerce kitabın arasında
okuyamadığın binlerce derdin içinde
yüzüyorsun. Hangi aynaya baksan
göremezsin belki kendini,
hangi şiirle avutsan kalbini şimdi
bilemezsin.


Bizden beklenen nedir,
bizim istediğimiz nedir,
bir yere gitmek mi isteriz,
bir yerden düşmek mi?

Belki de hasta olduk,
her yanımız kırılıyor,
ateşler içindeyken
kuzey ışıklarını gördük,
dünyanın yeryüzündeki gözlere akan
o renkli mürekkebini gördük
ve bir fotoğrafta sakladık.

Mürekkep bilir,
mürekkebin kendi hafızası,
kendi arşivi vardır.


İnsana gelince,
ne yazık ki insan
unutmakla mücehhezdir.

02 Aralık 2013

Bu dergiyi kim okuyacak, Puşkin mi?*



Geçtiğimiz yıl, internet üzerinden tanıştığım, yazdıklarına, dünya görüşlerine hayranlık duyduğum arkadaşlarla her perşembe akşam sularında Cihangir'de bir pastanede toplanmaya başlamıştık. Kimler yoktu ki aramızda, yayınevi editörü, arşivci, kütüphaneci, yayınevi sahibi, doktor, gazeteci, arkeolog, mimar, öğretim üyesi, müzisyen, fizikçi, yazar, şair...

İki saat süren sohbetlerimizde her defasında dolmakalemden, defterden, kurşunkalemden mürekkepten başlayıp kimi zaman hat sanatına, yeni roman akımına, mektup yazımına, kimi zaman Turgut Uyar'a, Behçet Necatigil'e, Asaf Halet Çelebi'ye, dilbilime, daktiloya, İran kültürüne ve akışkanlar fiziğine varıncaya değin bir yığın ismi ve kültürel derdimizi masada konuşurduk.

Bu gruptaki değerli arkadaşlarımdan biri olan Özge Dinç geçtiğimiz yılın eylül ayında yine böyle konularla yaptığımız bir sohbetin sonunda, bir dergi çıkarmak istediğini söylemiş ve destek istemişti. Ben de "Dergi çıkarmak büyük külfet ayrıca ben de çok tembel biriyim." diyerek affımı rica etmiştim.

Kasım'da Özge Dinç hasta olan annesine karaciğerinin üçte ikisini verdiği ve sağlıklı olduğu halde ölüm riskinin yüksek olduğu sekiz saat süren bir ameliyata girdi. Neticede annesi hastalığından kurtuldu, kendisi de sağlığına kavuştu. Fakat Özge Hanım yeniden toplantılara katıldığında dergiyi unutmamıştı. Tekrar tekrar sordu. En sonunda "İster kabul edin ister etmeyin ben dergiye isminizi koyacağım" deyince ben de "Madem ismim dergide yer alacak, itiraz etmeyeyim artık, öyleyse varım" dedim. İşte benim Mürekkepbalığı dergisine katılmam böyle (biraz cebren) oldu.

YAZI KÜLTÜRÜ

Yazıların çoğunluğu takıntı odak noktasından hareketle zaten hazırdı.

Ancak bu aşamada derginin yazı kültürü alanında bir ilk olması gerektiğini düşündüm. Hep şikayet ettiğim bir konu vardı. Ülkemizde bir yazı kültürü dergisi yoktu. Meraklı bir okur olarak yıllardır ilgilendiğim konularda dergi ve kitap bakınıyordum. Yaptığım araştırmalarda adından dolayı heyecanlandığım ancak içeriğine baktığımda edebiyat ağırlıklı dergiler görmüştüm. Örneğin 1970’li yıllarda Enis Batur tarafından çıkartılan Yazı dergisinden, 2000’lerde çıkan ve kahraman bir dergici olarak saygı duyduğumuz büyük bir isim olan Turgut Çeviker’in Posta Kutusu dergisine kadar beğendiğimiz çok yayın oldu. Fakat kimi sadece edebiyatla kimi sadece mektup sanatıyla ilgileniyordu. 

Bu arada “yazı özel” sayıları yayımlayan Toplumsal Tarih ve P gibi dergileri de inceledik. Bazı dergilerin yazı özel sayıları istediğimize yakın olmakla birlikte edebiyattan ve sanattan ziyade yazının tarihine eğilen teknik konuları içeriyorlardı. Neticede arayışımız sonuçsuz kaldı. Çünkü biz içinde Nabokov, Nâzım Hikmet ve Oğuz Atay’ın bulunduğu bir dergide aynı zamanda dolmakalem, kurşunkalem, mürekkep, hat sanatı, müzik, yazı masası, ansiklopedi, tipografi, grafoloji, ekslibris ve ciltçilik gibi konuların da olmasını arzuluyorduk.

Bir ara dergimiz için yayın kurulu bile oluşturduk. Hepsi değerli insanlardı fakat ne yazık ki çok eğlenceli geçen sohbetler dergiye bir katkı sağlamadı. Eylül'de yine iki kişi kaldık. 

AYLAR SÜREN DERGİ TASARIMI MACERASI

Fakat tasarım aşaması ve benim yolunda giden işlere burnumu sokmamla birlikte yeni yazıların eklenmesi nedeniyle uzun sürdü. Her yazı üzerinde, dergideki her konu ve her ayrıntı üzerinde tek tek düşündük. Sadece kapak görseli için bir keresinde 3,5 saat konuştuğumuzu hatırlıyorum.

Bu arada görüştüğümüz bazı tasarımcılar matbaa masraflarının iki katı ücret istediler! Kimi de bizi oyalayıp durdu, "tasarımı yaparım" dediği halde yapmadı, yapamadı.

Kimi tasarımcılar ise büyük hayal kırıklığı yarattı. Türkiye'de zaten her yerde rastlanabilecek sayfa şablonu tasarımları bize "yaratıcı çalışma" diyerek sunuldu!

Ekim sonunda tasarımcılardan yana çok dertli ve ağlamaklıydık, kimse hayalimizdeki dergi tasarımını anlamıyordu. En sevdiğimiz, düşünce tarzını kendimize yakın bulduğumuz tasarımcılarla bile sorun yaşadık.

Ekim sonunda artık iyice yılmış, "Tasarım belası nedeniyle dergiyi çıkaramayacağız galiba" diye kahrolmaya başlamıştık. Elimizdeki mevcut kötü tasarım örneklerine bakıp derdimizi neden bu "yaratıcı sanatçı"lara anlatamadığımızı anlamaya çalışırken, nihayetinde "böyle olmayacak" dedik.

Sorun da çözüm de ortadaydı: Bize tasarımcı değil grafiker gerekiyordu. Ben hızlı bir grafiker buldum, tasarım işini de büyük çoğunlukta Özge Dinç üstlendi. Önüne kağıtları tek tek bıraktım, o da sayfaları çizdi, daha sonra grafikçinin yanına giderken editörün yazısını da bir kafede oturup 20 dakikada yazdı. İmdadımıza yetişen hızlı ve zeki grafiker sayesinde neredeyse 1,5 günde aylardır bitirilemeyen dergi hazırlandı. Tashihler yapıldı. En son kapak belirlendi ve dergi matbaaya gitmeye hazır hale geldi.

GÜZEL İLANLAR

Masraflara gelince, alabildiğimiz ilanların bir kısmı matbaa masraflarının yarısını karşıladı. Diğer yarısını da maaşlarımızla ödedik. Bir hayalin gerçekleşmesi için küçük bir bedel... Daha ucuza ve kötü bir kağıda siyah beyaz da basılabilirdi. Fakat Mürekkepbalığı arka kapaktaki Monblanc gibi son derece şık ve kaliteli, içerideki Ece Ajandası ve Scrikss gibi tarih ve kültürle dolu, Victorinox gibi çok işlevli olmalıydı. Böylece en iyi kağıda ve en güzel baskı kalitesiyle basılması için masrafların arttı. (Bu değerli ilanların öyküsünü diğer yazımda anlatacağım. Bu ilanları veren vizyon sahibi insanlar ve kurumlar olmasaydı bir yazı kültürü dergisi hayali de belki de gerçekleşmeyebilirdi.)

DERGİNİN BASILDIĞI GÜN

Derginin basıldığı gün de Özge Hanım'ın ve annesinin ameliyatta olduğu günün yıldönümüydü. Böylece dergimizin doğduğu gün hepimiz için "yeniden doğum" anlamına gelmiş oldu.

Dağıtımcılar çok büyük paralar istediğinden dergiyi arkadaşımız ve patronumuz Ercan Aydın'ın arabasının bagajına doldurduk sonra koltuğumuzun altına alıp tek tek kitapçıları gezip dağıttık. Kimi kitabevi dergiyi nereye koyacağını şaşırdı. Bir görevli "İçinde edebiyat, tarih ve sanat var hangi bölüme bırakayım bilemedim" dedi. Bir başkası da "Bu bir kırtasiye dergisi galiba" dedi, bir diğeri "kültür tarihi dergisi" olduğunu iddia etti.

Nerede olursa olsun bir yıl boyunca rüyalarımızda izlediğimiz dergiyi kitabevlerinin raflarında görmek çok heyecan verici ve onurlandırıcıydı.

Mürekkepbalığı yazı, kalem, mürekkep, kâğıt meraklısı güzel insanları bir araya getirecektir. Amacımız kitap okuyan, kalemi, mürekkebi seven ve deftere hürmet gösteren herkesin kardeş, arkadaş olmasıdır. Öte yandan kendi ruhumuz da sükunet  bulsun, bunca hızlı hareket eden zamanın ortasında bizim kendi zamanımız olsun istiyoruz. Yavaşlayalım, aklımızı fikrimizi zenginleştirelim, dünyaya daha yakından ve daha net bakalım.

Daha dergiyi görmeden bize destek veren ve bir hayale ortak olan, gönlü büyük, kalbi büyük o güzel o şahane insanlara çok teşekkür ederim (ederiz).

*Başlık Rusça bir deyime, yapılması gerekli görülen işlerden kaçınmaya gönderme yapıyor. Dolmakalem-yazı grubumuzun bir toplantısında Jaguar Kitap'tan Natali Dündar Hanım anlatmıştı.


14 Kasım 2013

Yazının fotoğrafı



Yazmak, kâğıda gönlümüzden geldiği gibi yazabilmek kişisel bir devrimdir. Fikirler zihnimizde mürekkep gibi sıvı katmanlar halinde bulunur sanki. Bu yüzden olacak yazının katılığı, kağıt üzerindeki yerini yadırgıyorum bazen. Yazdığımız her vakit iyi olamıyoruz, kederle yazılan cümlelerimiz daha çoktur. Belki de yazdığımız her an kendimizden bir şeyler saklıyoruz veya kendimize yeni bir şey söylüyoruz. 

"BU CÜMLELERİ BEN Mİ YAZMIŞIM?"

Tuhaf, ekşi bir elma dilimi gibi ağzımızda bizi tuhaflaştıran şeyler yazdığımız olmuyor mu deftere? Hele yıllar önce yazdıysak, karşılaştığımız gün bir yabancı gibi bakmıyor muyuz söylediklerimize? Demek ki yazı büyüyen bir şey diyorum, bizimle birlikte kök salan bir ağaç, yazdıkça kalbimize daha çok yerleşen bir aşk. 

Kişi, tıpkı büyüyen, gelişen ve değişen harflerimiz gibi ruhen hep aynı yerde kalamaz. Yazı fotoğraf gibidir. Fotoğraflarda yıllar önceki halimize bakarken hiç düşünmez miyiz? Kalemin kapağını kapattığımızda, mürekkep kağıdın üzerinde usulca kurur ya, işte bu an, fotoğrafımızın çekildiği bir zaman dilimidir. Yüzümüz harflerimize bakarken, biz kendimize bakarız. Kimi görüyorum kağıda baktığımda? Kimi görüyorsun? Kimi görüyoruz? 

YAZININ FOTOĞRAFI BİZE DAHA YAKIN

Fotoğraftan çok daha yakındır bize yazımız. Tuhaf ama ne yazdığımızın bir yerde önemi yok. Yazının ruhu yazılanın aksini söyleyebilir. Deftere bakan suretimiz ışıldıyorsa veya hüzünle bakıyorsa kâğıtta oturan harflerimiz de öyledir; y'nin kuyruğu keyifle köşesine kurulmuşsa, a'nın şapkası isyankar duruyorsa, ö'nün yüzü yorgunsa, "m" hayal görüyormuş gibi kanat takıp uçuyorsa, yazdıklarımız içerikten bağımsızdır. 

09 Kasım 2013

Yazı, derin uykuların mevsimi



Gözlerimi kapattığımda, uykunun en yumuşak eline düşüyorum. Kalem yazmaya başlıyor. Adını bilmediğim bir yerde, bir şiirde uyuduğumu yazıyor.

Rüya tuhaf. Onun güzel elleriyle yazdığı bir şiirde uyuyorum. Kağıdın hışırtısını dinliyorum. Sayfaları geçmişin gölgeleriyle dolu defterler var. Derginin biri raftan bana bakıyor. Kalem onu da yazıyor, beni de.

Yazının avutucu yanına sığınıyorum. Çok sevilen bir kedi gibi şımarıyor harfler. Kış güneşi gibi hafif ama durdukça gülümseten, ısıtan bir zaman akıyor kağıda. Seneler evvel o yazmış, ben de okumuşum. Ne güzel yazmış diyorum, sen hiçbir şeyi unutmuyorsun, ben de ne güzel okuyorum.

Yaşlı mıyım, genç miyim bilmiyorum, gözlerimin kenarlarında çizgiler var. Mürekkebin kağıda döküldüğü yerde sıcak bir yaz var. Bitmesini istemediğim o güzel uykuda, o güzeller güzeli şiire gidiyorum. Havada bir perdenin kapanışı gibi ışığın azaldığını görüyorum. Şiir bitiyor birden. Sessizlik de şiire benziyor, gözlerim ağrıyor. Yalnızlığın yıllar boyu büyümüş harflerine bakmaktan yorgunum.

Çok uzun ve ışıltılı siyah saçları olan bir şarkı söyleniyor. Yazı mevsimindeyiz, senin bitmeyen mevsiminde durup güneşleniyorum, uykuda gülümsüyorum, gözlerimin kenarında acı sular birikiyor.

Hem kederli hem de gizli bir sevinci barındıran sözleri var o şarkının:

"Koklasam saçlarını bu gece tâ fecre kadar
Acı duysam gözünün rengine dalsam da senin
Kanatır rûhumu mâzîde kalan hâtırâlar
Doyamam ömrüme ben kalbini çalsam da senin."*

18 Ekim 2013

Önce sessizlik vardı



Önce sessizlik vardı.

Masada duran deftere ve dolmakaleme baktım.
"Önce defter vardı" diye düzelttim cümleyi.
Sabahın erken saatleri. Yapılacak ne çok
işim var. Verilmiş sözlerim var. Değiştirmek
istediğim bir hayat var. Yıkmak istediğim
duvarlar, duvarlarım var. Ama bu işlerin
bir bölümünü çantamda taşıyıp duruyorum,
yapmak istemiyorum. Bir kısmını da yapacak
gücümün olmadığını düşünüyorum, bir kısmını ise
erteleyip duruyorum. Bir neşesizlik bir bedbaht
olma hali geldi ve pelerin gibi üzerimi örttü.
Elimde telefon, kaleme ve deftere bakıp durdum.
Oyalanmak için bir fotoğraf çekeyim dedim.
Her zamanki alışkanlıklar, fotoğraf teselli ediyor.
Bilmem; belki birazcık, olabilir, emin değilim.

Kağıda dökülen mürekkebi hatırladım sonra.
Sessizlik bozuldu. Günün tarihini yazarken deftere,
kalemin dokunduğu yerden gelen sesi dinledim
bir yandan. Sessizlik yine gelsin diye durdum birden.
Ama sessizlik yokmuş meğer, sesler arasındaymışım.
Dünyanın ne çok sesi varmış meğer, kulağımda yankısı.

Sonra bir şeyi kaybettiğimi düşündüm, belki de anladım.
Önemli bir şeydi, hayati bir şeydi, yeri doldurulamazdı.
Kara bir endişe bulutu vardı zihnimde ve taş gibi ağırdı.

Ama neyi kaybettiğimi bulamadım bir türlü, anlayamadım.
Belki de ileride kaybedecek olmanın hissi çiçek açmıştır.
Dikenli bir ağrı çöreklendi karnıma ve orada büyüyor şimdi.

Belki yaz, yazı uzaklaşıyordu benden, belki de mürekkep.

Kûfi

“Knowledge, the beginning of it is bitter to taste, but the end is sweeter than honey.”

Louvre Müzesi İslam Eserleri bölümünde sergilenen tabakta doğu kûfi hatla (Semerkant, X. yüzyıl) şöyle yazıyor:

"el-ilmü evvelihû mürrun mine'l-basel / âhiruhu ahlâ mine'l asel [es-selâmetü]* 

yani: 

"ilmin evveli soğan gibi acıdır, ancak sonrası baldan tatlı gelir."

*Sondaki [es-selâmetü] kısmı yazının sonundaki boşluğu doldurmak için yazılmış.

Yazının güzelliğini bir yana bırakıp muhtevasına dalıp gittim. Bilimin tatlı kısmına kim varmış acaba? Acı kısmı geçen birinin olduğunu hiç zannetmiyorum. Bilimde ve bilimdışı öğretilerde gördüğüm kadarıyla tatlı bir huzur yok, hiç olmadı ve olmayacak. Ama bu kûfi  tabakta tat ve huzur var. Yazının anlamını unutunca hele çok daha güzel. Anlamı unutunca ne tabak yargılıyor, ne yazı hüküm veriyor.  

Çünkü yazı güzel. Kâfi. 

14 Ekim 2013

Chris Carter, açık pembe, mor ve sarı üzerine

Renkler üzerine düşünmeyen var mıdır bilmem. Çok sevdiğim, hayran olduğum bir arkadaşım her günün bir rengi olduğunu söyler ve ona göre giyinir. 

Benim hiç öyle bir düşüncem olmamıştı. Dahası, bir zamanlar günleri bir diğerinden ayırmıyordum bile. Uzun, çok uzun süren pazar günlerim vardı, çok ama çok kısa süren cumartesileri ve sonra ruhumu iyileştiren perşembeler vardı. Şehzade Korkud'un Kürdi Peşrevi gibi kısacıktı benim güzel perşembelerim. Çok daha kısa günlerin ve saatlerin olduğunu hiç bilmezdim bir zamanlar. Zamana bakıyordum sadece, meğer renkleri de varmış işte bu günlerin, açık pembe, mor ve sarı günlerim de varmış.


Dip Pens in a Goya Tin by Chris Carter

Chris Carter'ın blogunu izlemeye başladıktan sonra daha bir düşünür oldum renkleri. İnsanda yazı yazma ve resim yapma isteği dışında dünyaya yeniden bakma isteği uyandırıyor onun resimleri. 

Günleri geçtim şimdi, akıp giden her saatimizin bir rengi olduğunu düşünüyorum. 

Bir Mürekkep Faresinden Doğum Günü Armağanı

Üç hafta önce, aralarında benim gibi ziyadesiyle tembel bir mürekkepseverin de bulunduğu blog yazarları arasına bir de mürekkep faresi katıldı. 

Yazmayı ve paylaşmayı seven birinin daha aramıza katılmasına çok sevindim. İşte böylece http://murekkepfaresi.blogspot.com/ adresini izlemeye başladım. 

Bu blogta latif yazılar arka arkaya geliyor ben de okuyordum. Bir gün "Hediye çekilişi..." başlıklı bir yazı gördüm. Blog yazarımız Aslı Hanım elindeki Iroshizuku'lardan birini okurlarıyla paylaşmaya karar vermişti. Daha önce Tuareg kabilesinden bir Iroshizuku ile birlikte yaşamıştım, ama mülkiyeti bana ait olmadığından geri göndermiştim. Dolayısıyla elimdeki onca mürekkep arasında bir tane bile Iroshizuku yoktu, ben de  prensiplerimden birini çiğneyiverdim o dakikada. (Aziz arkadaşlarım, bakın mürekkep insana neler yaptırıyor.) Katıldım katılmasına ama sonra çekilişlerde yüzümün pek gülmediği geldi aklıma. Yine de bir umut beklemeye başladım. 

Geçtiğimiz cuma günü de doğum günümdü. Uzun seneler, anlamsız bulduğum için doğum günlerimi kutlamadım. O gün dünya işlerinden uzak kalabilirsem "neredeyim, nereye gidiyorum" diye düşünmek bana daha iyi geliyordu. Yine de insan doğum gününden kaçamıyor bazen. Geçen sene de bir kutlamaya yakalanmıştım. Bu sene de dünya tatlısı bir kişi doğum günümü hatırladı ve bir hediye verdi. "Armağan almak güzel şeymiş meğer" dedim bu sefer. 

Galiba yaşlandıkça değişiyorum. O yüzden iki gün önce başta Rüştü Bey olmak üzere mürekkepsever arkadaşlarımdan telefonlar gelince şaşırdım. Meğer çekilişi ben kazanmışım! "Bir hediye daha" dedim kendi kendime, bu yılki doğum günü kutlaması güzel geçiyor.




Bugün de ofise geldiğimde masamda bir kutu buldum. 
 


Kutuyu açtığımda Iroshizuku ku-jaku ve gözlerimi yaşartan minik bir notla karşılaştım.

Mürekkep Faresi'ne teşekkür ediyorum. 

Daha önce yazmam gerekirdi biliyorum, ancak daha önce de itiraf ettiğim gibi çok tembelim, yazmaya üşeniyorum. 

Bu güzel vesileyle yeni blogun hayırlı uğurlu olmasını diliyorum.


Ku-Jaku mürekkebiyle dolu bir şişeden dünyaya bakmaya çalıştım. 

Rengi çok güzel.

Mürekkebimiz hiç bitmesin.